MARTI KİTABIN ÖZETİ :
Jonathan bir martı sürüsünde yaşayan fakat diğer martılardan
farklı hareket eden bir martıdır. Diğer martılar gibi teknelerin arkasından yiyecek savaşı yapmayan, bütün zamanını uçmaya ayıran bir martıdır. Bu düşüncesinden anne ve babası çok rahatsız olurlar. Bu sebeple John uçma ile ilgili fikirlerini açığa vurmak istemez.
Bir gün John uçma eğitimi için sürüden ayrılır. Çok hızlı uçuşlar ve dönüşleri dener. Başaramayınca sürüye katılmayı ve onlar gibi davranmaya karar verir. Bu sırada gece olmuştur. Birden aklına martıların gece uçuş yapamayacağı gelir. Kendi sınırlarını aşmaya ve özgür olmaya karar verir. Sürü yaşamına katılmaktan vazgeçer. Bütün martlara bunu anlatmak ister. Sürüye katılabilmek için uçar. Sürü bölgesine geldiğinde martı kurultayının kurulduğunu görür ve “özgür olabiliriz, uçmayı öğrenebiliriz” diye bağırır. Yaşlı kurultay başkanı Jon’u lanetleyerek sürüden dışlar. Jon uçarak kayaların çok ötesine gider. Orada uçmayı çok iyi öğrenir, birçok hüner kazanır.
Daha sonra kendisi gibi dışlanan martı Sullivan ve Chiang ile tanışır. Onlar çok daha iyi uçabilmektedirler. Chiang çok yaşlı ve tecrübelidir. Jon Chiang’dan çok şey öğrenir. Daha sonra Chiang cennete uçmayı başarır.
John özgürlüğün tadını ve onlara uçmayı öğretebilmek için sürüsüne dönmeye kara verir. Süllivan buna karşı çıkar. Kendisini dışlayanların yanına gitmemesini ister. Fakat Jon bir şeyin farkındadır.”Eğer benim dışlandığım gün birisi bana bunları öğretseydi; şimdi çok daha ötelerde olacaktım” der.
John sürü bölgesine döner ve orada uçmak isteyen martılara ders verir. Her gün uçmak isteyen martı sayısı artmaktadır. Öğrencisi Fletcher John gibi düşünen ve sürüden dışlanan bir öğrencisidir. Sürüden nefret eder.
Fletcher, sürü bölgesine bir gün dalış yapar. Önüne uçmaya yeni başlayan yavru bir martı çıkar. Anında takla atarak kayaların üstüne yönelir. Bütün martılar öldüğünü zanneder. Fakat hayatta kalıp bu uçuşu başarabilmiştir. Daha sonra niyetinden vazgeçer. Jon ona yeni ve genç bir öğretmen olduğunu söyler. Sınır olmadığını ve özgürlüğün tadını diğer martılara öğretmesini ister ve gözden kaybolur.
3.KİTABIN ANA FİKRİ :
Durum ve şartlar ne olursa olsun, kendimizi hiçbir zaman sınırlamamalıyız. İstediğimizde her şeyin üstesinden gelebilinecek kapasiteye sahip olduğumuzu bilmeliyiz.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ :
JONATHON LİVİNGSTON: Diğer martılardan çok farklıdır. Yiyecek için balıkçı teknelerini takip edip, birbirleriyle kavga eden martılar gibi davranmaz. Özgürlüğü ve uçuşun kutsallığına inanmaktadır. İstediği ve inandığı zaman sınırlarını aşabileceğini ispatlayan bir martıdır.
SULLİVİAN: John gibi sürüden dışlanmış bir martıdır. Dostluğa çok önem veren ve uçmayı John kadar iyi bilen seven bir martıdır.
FLETCHER: Fletcher uçmayı bir yerden bir yere gitmek anlamında olmadığını savunan bir martıdır. Bunu sivrisineklerin bile yaptığını düşünür. Bu yüzden John’un öğrencisi olur.
CHİANG: Çok yaşlı bir martıdır. Ölümü beklemektedir. Yaşlı olmasına rağmen çok hızlı uçabilmektedir. John’u eğiterek ona hızlı uçuşu öğretir.
SERÇEKUŞ
CAHİT ZARİFOĞLU
(1940-1987)
KONUSU: Her canlı doğanın bir parçasıdır. Hiç kimse, ihti¬yacından fazlasını tüketerek ya da yok ederek, doğaya karşı iha¬net etmemelidir.
Her taraf yemyeşil, rengârenk, pırıl pırıl. Bu güzelliği gör¬mek için, bakmasını bilmek gerek. Güneş doğmadan uyanmak gerek. Bazıları, geç uyandıkları için bu güzelliklerin bir kısmını göremiyorlar. Yaşamları, tıpkı baş tarafı dinlenmemiş bir masal gibi oluyor.
Günlerden bir sabah. Kahramanımız Serçekuş, uyandı. Biraz daha uyuyayım mı, uyumayayım mı ikilemi içerisinde, seyrede¬ceği güzellikleri düşünerek kalktı. Yuvasından dışarı çıkarak, etra¬fı seyretmeye başladı. Acaba bugün neler olacaktı?
Bütün canlılar da uyanıyorlar. Hemen hepsinin uyku ile bir kavgası var. Bu kavgayı, kazananlara ne mutlu.
Hayvanlar, Ağaçlar, kuşlar, böcekler, göller, nehirler, deniz¬ler… Birbirleriyle besleniyor, birbirlerini kovalıyor, birbirleriyle yan yana oturuyor, birbirleriyle yalnızlıklarını gideriyor ve birbir¬lerinden kuvvet alarak devam ediyorlar. İnsanlar da öyle değil mi?
Gölde bir kayık, içinde avcılar var.
Gölün beş on dakika uzağında bir köy var, adi Kocabağ. On¬lar da uyandılar. Kadınlar ocakları yakmaya başladı. Erkekler ise caminin yolunu tuttular. Birazdan sofralara oturulacak, bakır kalaylı tencerelerde pişen sabah çorbası içilecektir. Sonra da o günün işleri, büyük küçük demeden yapılacaktır.
Horoz sesleri etrafı sardı bile…
Bütün tabiat, bir cümbüş, bir senfoni halindeydi. Herkes görevi¬ni yapıyor, herkes rızkını yiyor.
Serçekuş bütün bunları biliyor mu, kestiremeyiz. O da tüm canlılar gibi, kendisine çizilen yolda ilerlemek için uçmaya başla¬dı. Cik cik öterek yoluna devam etti. Açlıktan başı dönüyordu. Bütün doğa her türlü yiyeceğini ona sunmuştu. Otlar, başaklar, çiçekler… Tıka basa karnını doyurdu. Kavisli uçuşlarla geziyordu. Bu sırada, gölün ortasından silah sesleri geliyordu.
Gerçi, serçe kuş av ve avcılar konusunda, bilgili sayılırdı. Ancak, avcılık kuşların edindikleri tecrübeleri hiçe çıkarıcı planlar yapıp onları izlemektir. Bir de onların vazgeçemeyecekleri alış¬kanlıklarını, bir bakıma yaşamak için yapmaya mecbur oldukları¬nı, mesela susuzluklarını gidermek için zorunlu olarak subaşlarına gidişlerini gözlemlemektir. Oralarda bir yerlerde pusular kura¬rak ava dönüştürürler.
Serçekuş bunları düşündü. Sonra yavaş yavaş kendi etrafın¬da dönerek, tabiatın ağası güneşin ışınlarının bütün vücudunu ısıtmasını sağladı.
Hayat akıyor… Serçekuş uçuyor..Caminin üstüne geldi. Yaşlı bir ihtiyar konuşuyordu. İhtiyarı kendi cinsinden kartallara ben¬zetti. Ne diyordu: “Az, konuşun, fakat öz konuşun.”^
Çok aşağılarda olduğunu görünce, tehlikelerden korunmak için daha üst dallara tırmandı. Çocuklar tarafından avlanabilirdi… Uzaktan, gölde bot içinde olan dört kişi gördü. Zaman za¬man silahlarını doğrultup ateş ediyorlardı.
Köylülerin büyük bir çoğunluğu tarlada çalışıyor, çok azı kahvede oturuyordu. Çocuklar sokak aralarında kedi, köpek, tavuk, civciv ne bulurlarsa onlarla oyunlar oynuyorlardı.
Kadınlar, erkeklerden daha evvel tarladaki işlerini bırakıp, evlerine dönüyorlar ki, ev işlerini yetiştirebilsinler.
Kocabağ köyünün yakınındaki göl, dışardan gelenler tara¬fından “Gölbaşı” olarak adlandırılıyor. Şehirliler genellikle hafta sonları avlanmaya geliyorlar. Köylüler bunlarla pek kaynaşmazlarsa da, seslerini de çıkarmazlar.
Avcı adam, av için hazırlıklarını yapıyordu. Hanımı, vakit geç olmasına rağmen, evin içinde dönüyor, adamı bu işten hem günah, hem de çoluk çocuğunu ihmal ediyor diye vazgeçirmeye çalışıyordu. Dinleyen kim?.. Geceye doğru evinden çıkıp arabası¬na bindi. Yol üzerinde diğer üç arkadaşını da alarak yola devam ettiler. Sabah olmadan Kocabağ köyünün Gölbaşı’na varmışlardı. Malzemelerini yüklenerek sala bindiler. Köpekleri de yanların¬daydı. Bu köpekler, vurulan avları suya atlayıp getirmekte usta idiler… Göl sessiz ve sakindi.
Aniden bir silah patladı. Güneş birden doğdu. Gelincik tarla¬sının içinden, görünmez yuvalardan binlerce kuş birden fırladı. Köyde bütün çocuklar ağlamaya başladı. Hayat dün kaldığı yer¬den devam etmek için, sanki dersin bu silah sesini beklemişti.
Serçekuş zıplayarak, gölün kıyısına kadar gelmişti. İçini sa¬ran bir korkuyla dağlara doğru uçtu.
Avcıların ikindiye kadar olan günleri, gölün üzerinde, sazlık¬ların arasında, pusularla, avcılıklarla geçti. Bu arada gölde avla¬nan avcı sayısı bayağı artmıştı. Bu nedenle daha dikkatli atış yapmak gerekiyordu. Yoksa birbirini vurmak da vardı.
Bizim avcının arkadaşları gölde avladıkları balıkları pişirip yedikten sonra uyumuşlardı. O ise, biraz ilerde ağaca yaslanmış, dağları seyrediyordu.
Birden o kuş az ilerdeki dala konuverdi. Ve avcı adam bir anda çifteyi ona doğrulttu. Serçekuş büyülenmiş gibi yerinde donuverdi. Sonra kendi dilinde konuştu: “Vurma beni.”
Avcı ne dediğini anlamamıştı.. Küçücük bir serçe, eti ne bu-du ne? Harcadığım fişeğe değmezdi diye düşünüyordu. Kuş ise anlamamış:
“Değer mi?” diye soruyordu. Avcı, rolünü değiştirdi:
“Elbette, av avdır. Mesele, değer mi değmez mi değil.”
Serçekuş düşünüyordu. Yine konuşmak istedi. Ağzını açtığı vakit kan akmaya başladı. Korkudan ciğeri patlamıştı. Yinede, “yararı olmayacak” diye seslendi avcısına. Avcının suratı değişmiş¬ti. “Kızdırdım onu herhalde”..-Ne yapacağını şaşırmıştı. Uçmak istiyor, uçamıyor; konuşmak istiyor, konuşamıyordu. Tüm cesare¬tini topladı, daha yakın bir dala kondu. Ne olacaksa olsundu ar¬tık. Avcı tüfeğini tekrar doğrultup nişan aldı. Sonra da güldü. Sesine arkadaşları bile uyandılar.
Serçekuşu ölümü düşünüyordu. Şimdiye kadar yaşadıkları, gördükleri gerçek değil miydi yoksa? Neydi bu dünya, bir oyun muydu? Peki, kim yapıyordu bu oyunu? Şu an ölebilirim de, öl¬meyebilirim de. O zaman, irademi sonuna kadar kullanmam mı gerek?
“Beni öldürme, ben de bir gün senin hayatını kurtarırım” dedi avcıya.
Avcının kahkahaları yeri göğü sarsacak kadar şiddetliydi. “Peki” dedi, “farz et ki şu an Azrail gelmiş canımı almaya, beni nasıl kurtaracaksın?”
Bilgisizliğinden üzüldü, Serçekuş. Belli etmedi. Cesaretle:
“Olabilir” dedi. Ancak, avcı silahını ateşlemişti. Fakat hava¬ya. Bir yığın kuş, sincap sağa sola kaçıştılar. Serçekuş “öldüm her¬halde” diye düşündü. “Demek ki ölüm böyle bir şeymiş.”..
“Yanlış anladın” dedi avcıya. “Olur ya, gölde bataklığa düşersin, yakınında kimse yoktur. Ben uçar gider, eşine, çocuklarına haber veri¬rim” demek istemiştim.”
Avcı sanki korkmuştu. Nedir bu korkunun sebebi? Bu insan¬lar mademki ölümden korkuyorlar, neden o zaman kendileri de başka bir canlıyı öldürüyorlar? Ve bizim kuş geldi avcının namlu¬sunun üzerine kondu. Avcı kuşu eline aldı. Hayret, hiç korkmamış ve kaçmamıştı.
“Bak” dedi avcıya. “Şu tetik ancak benim yüreğim kadar. Bastı¬ğın vakit bir mandayı dahi devirebiliyorsun. Sen cüsseme değil, aklıma bak benim.”
Aradan günler geçti. Avcımız yine arkadaştan ile geldi. Her taraf av kaynıyordu. Avlandıkça avlandı. Torbalar, çantalar dol¬du. Ama gözler doymamıştı. İşte bir ördek daha, sazlıkların arasındaydı. Nişan aldı, vurdu. Şimdi gidip onu oradan almak lazımdı. İlerle¬di. Bir iki adım daha attı. Batmaya başladı. Ne yapsa çıkamıyordu.
“İmdat” diye bağırmaya başladı. Bu arada serçekuş ve anlat¬tıkları aklına gelmişti. Ve serçekuş avcının karşısında beliriverdi. Avcı çok sevindi. Ancak, ümitsizlikten boşu boşuna sevindiği için, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kuş gelip omzuna kondu.
“Kaderinde halen bu dünyanın ekmeğini yemek varsa, seni kurta¬racağım” dedi. Sonra havalanıp havada dönmeye başladı. Sonra, ağzında kalın bir ip ile döndü. Adam kolları koparcasına ipe atla¬yıp, tuttu. Belli ki ucu bir yerlere bağlıydı. Kendini, bir anda çekti ve kurtuldu.
Semaver (Sait Faik Abasıyanık) Özeti, Konusu, Karakterleri, ________________________________________
Eser, Sait Faik Abasıyanık’ın 1936’ da yazdığı hikaye kitabıdır.Toplam on dokuz ayrı hikayeden oluşmuştur. Kitaba adını veren ilk hikaye, İstanbul’da Halıcıoğlu’ndaki bir fabrikada işçi Ali’nin ,annesiyle geçirdiği mutlu günleri anlatır.Annesinin her gün , sabah ezanıyla kaldırdığı Ali,kızarmış ekmek kokan odada semaverin kaynayışına dalar. Semaver onu her sabah hayata yeniden bağlayan, evlerinin saadeti, büyük bir moral kaynağı haline gelmiştir.Semaver, onun dünyasında içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrika olarak canlanırdı. Ali’nin annesine ölüm, bir misafir,bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi gelir. Ali annesini bir sabah vakti, semaverin başında ölü bulur. Evlerinin saadet kaynağı “Semaver” bir daha kaynamaz o evde. Stelyanos Hrisopulos Gemisi, Burgaz adasında fakir,yaşlı bir Rum balıkçısının, kızı öldükten sonra ailesinden hayatta kalan son kişi olan ,hayal gücü denizler ve balıklarla beslenmiş , on iki yaşlarındaki torunu Trifon’un yaptığı, bir metre uzunluğunda ,beyaza boyalı yelkenli gemi üzerine kurulmuştur.Burgaz adasında diğer çocuklar bu oyuncak gemiye büyük bir gıptayla bakıyordurlar.Trifon bir öğle üstü,büyükbabasının adını verdiği gemisini denize indirir. Burgaz’ın bütün çocukları pusudadırlar. Gemi hafif yana yatmış pupa giderken, soba borusundan yapılmış bir top, çamların içinden patlar, atılan taş geminin yanına isabet eder; bu taşı ötekiler izler. On altı çocuk ellerinde ceplerinde taşlar, güzelim gemiyi batırırlar. İpek Mendil’de,olay Bursa’da bir ipek fabrikasında geçmektedir.Yazar,bir gece fabrikaya kapıcının yerine göz kulak olur .On beş yaşlarında,buğday tenli küçük bir hırsızla karşılaşır. Yazar , ona iyimser bir tavırla konuşarak yaklaşır . Küçük hırsız sevgilisinin ondan bir ipekli mendil istemesi üzerine parası olmadığından hırsızlık yapmak zorunda kaldığını anlatır.Yazar bu durumu hoş karşılar ve çocuğu serbest bırakır.Çocuk sevgilisinin o çok istediği mendili alamadan fabrikadan uzaklaşır.Yazar, fabrikada depo bölümünde kalmaktadır. Gece yarısı, yazar uyurken, küçük hırsız ağaçların yardımıyla çıktığı pencerede belirir. Yazar, bunu fark eder ama çocuğun bu cesaretinden etkilendiği için, yerinden kıpırdamaz .Çocuk o çok arzu ettiği mendili aldıktan sonra, kaçarken uzun, geniş yapraklı söğüt ağacından düşer ve hayatını bir ipek mendil uğruna kaybeder. Kıskançlık, otuz beş yaşlarında bir köy öğretmeni ve ondan yaşça küçük on yedi yaşındaki karısı Fadime arasında geçer. Fadime, küçük yaşında ağalarının zoruyla köyün öğretmeniyle evlendirilmiştir. Öğretmenle Fadime arasında karı koca ilişkisi yoktur. Öğretmen küçük köy ortamında yalnız kalmamak için, kendisine arkadaş olsun diye Fadime’yle evlenmiştir. Fadime’nin gönlü çoban Hüsrev dedir. Öğretmen Fadime’yi yaşıtı olan çoban Hüsrev’le beraber görünce duyduğu ince duygular, hikayede yazar tarafından yoğun bir şekilde vurgulanıyor. Bohça’da küçük yaşta bir eve besleme gelen bir kızın,evin küçük beyiyle arasındaki yakınlaşma kaleme alınmıştır. Besleme kızla , küçük bey küçüklüklerinden itibaren beraber büyürler.Önceleri evin küçük beyi her hareketi, tavrıyla besleme kızı ezerken, sonraları aralarında bir aşk başlar. Bir yaz günü, evin küçük beyi, besleme kızın başı dizinde annesi tarafından yakalanınca kaçar ; akşam dönünce kızın yamalı bohçası artık sandık odasında her zamanki yerinde yoktur. Annesi besleme kızı evden kovmuştur. Şehri Unutan Adam’da çoktandır şehre inmemiş hikayeci, otelin kapısından, insanlarla kaynaşmak ihtiyacıyla çıkar. Bir küfeci çocuğundan, tütüncülerden , genç kızlardan yöneltilen azarlara, çıkışmalara rağmen mutludur; dünyayı, şehri , her şeye rağmen kucaklamak isteğindedir. Yazar, hikayede karşılaştığı bütün olumsuzlukları optimist bir havayla karşılayıp, yaşamı ve insanları sevdiğini belirtiyor. Garson’da Ahmet Trabzonlu zengin bir babanın tek oğludur. İstanbul’a cok eski zamanlarda göç etmişlerdi. Kocaman, bir kantariye mağazaları vardı.Toptan iş yaparlardı. Babasının ölümünden sonra, Ahmet kantariye mağazası , evler ve dükkanları idare edemez ve sonunda Belvü Bahçesinde garsonluğa başlar, ama içinde her zaman babadan kalma bişeylere sahip olma duygusu hakimdir.O bu duyguyu her haziranda burgaz adasında vasat bir kahveyi kiralayarak bastırmaya çalışır, burada Belvü Bahçesi kadar kazan masada, kimseden emir almadan, kendi kendisinin patronudur artık. Kitabın en uzun ve dramatik hikayesi İhtiyar Talebe; Birinci dünya Savaşı’na Avusturya ordusunun bir subayı olarak katılmış, acı yaralı günler geçirmiş, şimdi on bir senedir Fransa’da bir üniversitede okuyan, Sırp veya Hırvat Pavel Stefanoviç, biri çirkin biri güzel Amerika’lı iki kız kardeşin oyununa kurban gider. Gününe, saatine göre değişen, iki zıt karakter ve ruha sahip tek kişi sandığı bu iki kıza aşık olmuş, üniversiteyi bitirdiği gün, iki kızın aynı anda alaylarıyla karşılaşınca ruhi dengesini büsbütün kaybederek hastaneye kapatılmıştır.
KİTABIN ADI : Satranç
KİTABIN YAZARI : Stefan Zweig
YAYIN EVİ VE ADRESİ : Can Yayıları/Galatasaray/İstanbul
BASIM TARİHİ : 2001
KİTABIN KONUSU
Hayatında birisi ile hiç satranç oynamamış bir avukatın kitaplardan öğrendikleri ile dünya şampiyonunu yenişi.
KİTABIN ÖZETİ
New York’tan Buenos’e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner , dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’e , ücret karşılığı bir parti satranç oynamayı önerir. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı Dr.B oyun sırasında kendini tutamayıponların oyununa karışınca, şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine. Gestapo tarafından bir otel odasına kapatılan, oyalanacak hiç bir şeyi olmadan, bu odada uzunca bir süre tek başına kalan, yalnızca sorgulama için bu odadan çıkartılan Dr.B bir gün, rastlantı sonucu gizlice eline geçirdiği bir satranç kitabından bu oyunun bütün inceliklerini öğrenmiştir. Satranç tahtası ve taşları yoktur, ancak, önce ekmek içinden yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle belleğinde oynayarak kurumsal bir satranç ustası olup çikar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizlerine beyin ağrılarına yakalanır.Yü
KİTABIN ANA FİKRİ
Yanlızlık insanlara karşı kullanılabilecek en büyük silahtır.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Dr.B. :Viyanalı bir avukatın oğludur. Hitler’in Viyana’yı işgali sırasında elinde bulunan gizli evraklar nedeniyle tutuklanır ve uzunca bir süre sorgulanır. Bu sorgusu sırasında kaldığı odada yalnızlıktan canı sıkılan Dr.B. bir gün sorgusunu beklerken bir asker parkasından çaldığı satranç oyunları kitabını hayıtını değiştirir.
Mirko Czentovic:Düzgün konuşamayan ve anlama güçlüğü çeken ama satranca olan kabiliyeti nedeniyle saygıdeğer biri olmuş bir köylüdür.
Mc Connor:Californiya’da petrol yatakları olan zengin bir iş adamıdır.
ßen seninLe toprağa giderim diyenLeri Çok gördüm ..ßen öyLe diyenleri toprağa hep yalnız Gömdüm .. !” ஐ๑♥ ♥ ♥
9 Mayıs 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Yorumlarınız İçin Teşekkür Ederim