Bir New York Rüyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bir New York Rüyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Çevre kirliliğinin nedenleri

Çevre kirliliğinin nedenleri

Çeşitli kaynaklardan çıkan katı, sıvı ve gaz halindeki kirletici maddelerin hava, su ve toprakta yüksek oranda birikmesi çevre kirliliğinin oluşmasına neden olmaktadır. Hızla artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarının karşılanması için teknolojinin gelişmesine bağlı olarak endüstrileşmenin de artması gerekmektedir. Sanayideki bu artış beraberinde var olan doğal kaynakların hızla tükenmesine neden olmaktadır. Doğal kaynaklar hızla tükenirken, üretim ve tüketimden kaynaklı atıkların önlemler alınmadan doğaya atılması çevre kirliliğinin oluşmasına ortam sağlamaktadır. Çevre kirliliğinin en önemli nedenleri aşağıda kısaca sıralanmıştır.

    Hızlı nüfus artışı,

    Plansız kentleşme,

    Plansız endüstrileşme

    Doğal kaynakların ölçüsüz kullanılması.

Kuşkusuz çağımız, dünya tarihinde en fazla gelişme ve ilerlemelere sahne olmaktadır. Beşeriyetin sanayileşme ve tekniğin her alandan gelişmenin azami noktası yaşamakta olduğumuz zaman dilimi içindedir. Bu hızlı gelişme her geçen gün daha da hızla artmaktadır. Bu arada, insanlar da doğal zenginlik kaynaklarını hızla tüketmektedirler.
           
Bu durumda çevrenin pek çok yer ve şekilde hızla kirlenmesine neden olmaktadır. Etkili ve geniş kapsamlı önlemler alınmaz ise dünyamızdaki tüm canlı varlıklar için yaşama şartları durmadan bozulmaya devam etmektedir. Hızlı sanayileşme ile beraber çevrenin hızla kirlenmesi ve bu durumun doğurabileceği sınırsız tehlike, ancak son çeyrek yüzyılda yeterince anlaşılabilmiştir.

Son yıllarda teknoloji ve sanayinin hızla gelişmesi, çevre sorunlarının da artmasına sebep olmuştur. Artan nüfusla birlikte devreye giren altyapılar, faaliyete geçtikleri günde bile yetersiz kalmaktadır. Bu plansız endüstrileşme ve sağlıksız kentleşme, nükleer denemeler, bölgesel savaşlar, verimi artırmak amacıyla tarımda kimyasal maddelerin bilinçsizce kullanılmasıyla birlikte, gerekli çevresel önlemler alınmadan ve arıtma tesisleri kurulmadan, geri dönüşüm alanları hazırlanmadan yoğun üretime geçen sanayi tesisleri veya sanayi bölgeleri çevre kirliliğini tehlikeli boyutlara çıkarmıştır. Yapılan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin % 50 'sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Hızlı nüfus artışı, çevre sorunlarının artmasında önemli bir etken olarak görülmektedir. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek nüfus artış oranına sahiptir. Artan nüfus karşısında düzenlemelerin ve planlamaların erken hayata geçirilerek çevre kirliliğinin en aza indirilmesi amaçlanmalıdır.

Dünya nüfusunun hızla artması beraberinde sanayin ve kentleşmenin artmasına neden olmaktadır. İnsanların, sanayinin ve kentlerin ihtiyacı olan ham madde doğadan karşılanmaktadır. Bu ham madde ihtiyacının giderilmesi aşamasında doğa hızla tahrip edilerek çevreye zarar verilmektedir. Bu aşamada doğal kaynaklar plansız ve yanlış bir şekilde tüketilmektedir.

Özellikle enerji alanında ihtiyacı karşılamak için yapılan çalışmalara bağlı olarak sayıları artan nükleer enerji santralleri, nükleer silah üreten fabrikalar, radyoaktif madde artıkları kirlenme yaratan başlıca kaynaklar durumundadır. Radyoaktif atıklar, yaymış oldukları elektronla hava, su, toprak ve bitkilere zarar verir. Radyoaktif maddeye sahip (radyasyonlu) hayvansal ürünler (et, balık, süt, vb.) Ve bitkiler, bu zararlı maddeyi besin zinciri ile insanlara ve diğer canlılara taşır. Bunun sonucunda bağışıklık mekanizması zayıflayarak hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

İletişim alanında yaşanan gelişmeler elektromanyetik kirliliğin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu alanda gelişen yeni teknolojinin takip edilmesi ile büyük miktarlarda cep telefonu atıkları oluşmaktadır.

Atıkların geri dönüşüm amacıyla uygun toplanmaması çok büyük kirliliklere ve radyoaktiviteye neden olmaktadır. Hızlı nüfus artışı ile beraber her alanda tüketim artarak, artan tüketim beraberinde kirlenmeye neden olmaktadır. Çevre kirliliğinin önlenmesi için geri dönüşüme önem verilmelidir. Birçok alandan çok çeşitli atıklar ortaya çıkmaktadır.

Son yıllarda elektrik ve elektronik endüstrisi dünyanın en büyük ve hızla büyüyen üretim sanayisi olup ve bu büyümenin sonucu olarak ve hızla eskime/demode olma nedeniyle eski/hurda elektronik cihazlar (elektronik atıklar) dünyada en ciddi katı artık problemini oluşturmaktadır. Bu atıklar büyük ev aletleri, (fırın, soğutucu, kurutucu ve klimalar) küçük ev aletleri (tost makinesi, elektrik süpürgeler, çırpıcı, doğrayıcı) bilgi ve iletişim teknolojisi (bilgisayarlar, yazıcılar, cdler, telefonlar, dvdler) elektrikli ve elektronik el aletleri ve tıbbi cihazlardan oluşmaktadır. Bu atıklar büyük yer kaplamalarının yanında yaydıkları pb, be, hg, cd, cr+6 ve bromlu alev geciktiriciler ile çevre güvenliğini ve çevre sağlığını tehdit etmektedir.

Bunlarla birlikte çevre sorunlarının diğer kaynakları şunlardır:
Bu alanda sıralmış olan maddelerin daha artırılması mümkündür. Genel olarak ele alınması gerekli olan maddeler aşağıda sıralanmıştır.

    1-  göçler ve düzensiz şehirleşme,
    2-  kişi başına kullanılan enerji, su, kâğıt, kömür vb. Artışı,
    3-  ormanların tahribi, yangınlar ve erozyon,
    4-  aşırı otlatma ve doğal bitki örtüsünün tahribi,
    5-  konutlardaki ve işyerlerindeki ısınmadan kaynaklanan (özellikle kalitesiz kömür kullanımı) hava kirliliği,
    6-  motorlu araçlar ve deniz araçları,
    7-  maden, kireç, taş ve kum ocakları,
    8-  gübre ve zirai mücadele ilaçları,
    9-  atmosferik olaylar ve doğal afetler,
    10-kanalizasyon sularının arıtılmaksızın alıcı ortamlara verilmesi ve sulamada kullanılması,
    11-katı atıklar ve çöp,
    12-sulak alanların ve göllerin kurutulması,
    13-arazilerin yanlış kullanımı,
    14-kaçak avlanma,
    15-televizyon, bilgisayar ve röntgen; tomografi vb; tıbbi cihazların yaygınlaşması ile meydana gelen radyasyon,
    16-endüstriyel ve kentsel kaynaklı gürültü.

28 Mart 2013 Perşembe

BİR NEW YORK RÜYASI /OKTAY SİNANOĞLU

Bir New York Rüyas

Oktay SİNANOĞLU

Milletimizin sevgili hocalarından Prof. Oktay Sinanoğlu’nun, bir gün Amerika’nın da, bizim gibi taklitçilik illetine düşerse, başına neler gelebileceğini, hayalî bir tarzda anlattığı "Bir New York Rüyası" adlı hikâyesi. Acıklı ama dilini kaybeden bir milletin karşılaşacağı faciayı ve felaketi kavramamıza ve dilimize sahip çıkmamıza yardımcı olacağını umuyorum.

Bir New York Rüyası

Bir yaz günü uyuyakalmışım. Kendimi, rüyamda, önceleri epey vakit geçirmiş olduğum New York şehrinde buldum. Aradan uzun yıllar geçmiş, 2050’li yıllara gelmişiz. Broadway’den aşağı yürüyüp meşhur "Times Meydanı"na vardım. Gözlerim aşina olduğum koskoca Amerikan sigarası, Amerikan arabası reklamlarını arıyordu. Evet, gene o kocaman, dev bina büyüklüğünde reklamlar vardı. Fakat hayret, gözlerime inanamayıp bir daha baktım. Bir ulu binanın tüm yüzünü kaplamış dev levhada Türkçe olarak (!) "Nefis Rize Çayı. İşte Hakiki Çay" yazıyor, yazının yanında lâle biçimli, ince belli cam bardakta tavşankanı bir çay resmediliyordu. Sadece en dipte küçücük harflerle İngilizce olarak "Drink-Real Tea" eklenmişti.

Caddede sağıma soluma bakınarak biraz daha ilerledim. Dükkanların isimleri dikkatimi çekti. "Rahat Shoes", "Dilber Giyim Fashions", "Sultan Ahmet Leather", "World Gezim" gibi yarısı Türkçe, yarısı İngilizce isimler çoğunluktaydı. Bir de Türkçe "Merkez" lâfı, iyiden iyiye İngilizce "Center" sözcüğünün yerini almış görünüyordu. Büyük, görkemli bir binanın üstünde yanıp sönen ışıklarla Türkçe olarak "Alışveriş Merkezi" yazılıydı. "Car Merkezi", "Flower Merkezi", "Furniture Merkezi", "Hair Merkezi", merkezi de merkezi, her yanda almış gidiyordu.

Az ötede bir gazete, dergi bayiine rastladım. Amerikan basın hayatında acaba nasıl gelişmeler olmuş diye bir göz attım. Hatırladığım Amerikan dergileri yerine yepyenileri çıkmıştı. Kağıtları daha da parlak, renkleri daha da canlı idiler, ama garip, galiba hepsi Türk dergileri idiler, çünkü adları Güncel, Hareket, Vurgu, Hanım Kız, Görüntü gibi Türkçe adlardı. Birkaç tanesini karıştırdım. Yooo, bunlar, Amerikan, İngiliz dergileriydi. Ancak içlerinde kullanılan dil çok tuhaftı. Mesela, İngilizce güzelim media lafı dururken pek sık basın-yayın sözü geçiyordu. Bir de Türkçe seçenek lafına anlamlı anlamsız ne çok rastlanıyordu öyle. Pek açık seçik, keskin bir sözcük olmamakla beraber, İngilizce alternative'e ne olmuş sanki. "Anlaşılan Amerika’da Türkçe sözcükler kullanmak moda olmuş" diye düşündüm. Acaba niye? Yoksa kullananlara Anglo-Sakson oldukları için bir aşağılık duygusu mu gelmişti? Nasıl olur? Daha yüz yıl önce büyük bir devlet olan Amerika’ya, onun da kökeninde olan eski imparatorluk İngiltere’sine nasıl aşağılık duygusu gelirdi? Belli ki bu Türkçe sözcüklerle bazı yazarlar kendilerine bir üstünlük havası vermeye çalışıyor, bazıları da pek iyi kavramadıkları konularda, halklarının anlamadığı yabancı Türkçe sözcükler arkasına saklanıyorlardı.

Böyle düşüncelerle dolaşıp dururken yorulmuşum. Üstünde "Jimmy’s Kahvehanesi" yazılı, şemsiyeli masaları sokağa taşmış sakin bir yer gördüm. Girip bir masaya oturdum. Gelen görevli Türk olduğumu öğrenince arsız arsız sırıttı, bir iki kelime Türkçe bildiğini gösterme çabasına girişti. Kola yokmuş, ithal malı soğuk bir Susurluk marka ayran getirdi.

Ayranımı içip dinlenirken yandaki masalar dolmaya başladı. Pek yer kalmamıştı. Tam o sıra, genç, iyi giyinmiş, efendi görünüşlü, belli ki onurunu yitirmemiş biri masama yaklaştı. "Affedersiniz, yer kalmamış, buraya oturabilir miyim?" dedi. "Hay hay, buyurun" dedim. Oturdu. Kahvesi gelirken havadan sudan konuşmaya başladık. İrlanda asıllıymış, anası babası; kendisi okul çağındayken Amerika’ya göç etmişler, okuyup doktor olmuş. Bilimden, tıptan sonra da edebiyattan epey sohbet ettik.

En sevdiği yazar 1970’lerde güzel sahne oyunları yazmış olan İrlandalı Brian Friel’miş. Onun "Tercümeler" adlı bir oyunundan bahsetti. İngilizlerin İrlanda’yı işgal ettikleri zaman yaptıklarını temsil ediyormuş. Özellikle İrlandalıların kendi köklü, İngilizce’den çok daha eski, zengin dilleri Gaelik’i yokedip yerine İngilizce’yi koymakla, İngilizlerin nasıl İrlanda’yı sonsuza dek boyundurukları altında tutmak istediklerini anlatıyormuş.

O ara lafa karıştım. "Özür dilerim ama birşey soracağım. Buraların yabancısıyım. Gelince dikkatimi çekti. Dükkân levhaları, dergi adları falan hep Türkçe olmuş, Amerikan dilinde birçok Türkçe sözcük kullanılıyor. Kırk yıl önce gene gelmiştim, o zaman hiç böyle birşey yoktu. Bu nasıl oldu? Amerika’ya ne olmuş böyle?" dedim.

Biraz durdu, yüzünü hüzünlü bir ifade kapladı. "Ah sorma" dedi, "İrlanda’nın yüzelli yıl önce başına gelen şimdi de Amerika’nın başına gelmeye başladı. Şu farkla ki bu sefer Türkler (Türk olduğumu farketmemişti anlaşılan) aynı işi yaptırıyor. Biliyorsunuz, yirmi birinci yüzyılın başlarında Bağımsız Türk Devletleri Topluluğu dünyada büyük bir iktisadi güç oluşturdular. Kendi zengin hammadde ve neftyağı kaynaklarına sahip çıktılar. Yetiştirdikleri çalışkan ve atılgan gençlik kendi dil, tarih ve derin Asya kültürüne sarılıp ondan aldıkları manevi güçle bilim ve teknikte de çok ileri gittiler. Çeşitli Asya, Orta-Doğu ve Güney Amerika ülkeleri ile sıkı sınai, ticari ilişkiler, yeni gümrük birlikleri kurdular. Onlar zenginleştikçe Avrupa ve Amerika gerilemeye devam etti. Biliyorsunuz, zaten daha yirminci yüzyılın sonlarına doğru bu Batı ülkeleri iyice bunalıma girmişti. Toplum hayatları, aile ve iş ahlakları, insan ilişkileri kalmamıştı. Zaten hep başkalarının hammadde kaynakları ve tüketim pazarları ile ayakta duruyorlardı."

"Evet" dedim, "eğitim düzenleri ve gençlikleri de çok bozulmuştu." Devam etti: "Türk Elleri zenginleştikçe, haysiyetlerine sahip çıktıkça, dünyadaki itibarları arttı. Her ülkede bol bol Türk TV dizileri, Türk filmleri seyredilmeye, her yanda avaz avaz Türk müziği duyulmaya başlandı. Türkler Batı’dan öğrencilere burs vermeye, kendi evrenkentlerinde okutmaya başladılar. Bunu yaparken öğrencilerin Türkçe öğrenmesini şart koşuyorlardı." "Evet" dedim, "daha önce Japonlar da böyle yapmıştı."

Yeni İrlandalı dostum, (adı ‘Collin’miş) önündeki Türk kahvesinden bir yudum içti. Bir süre sustuk. "Buraya kadar iyi" dedi, "bundan sonrası acıklı. İrlanda’nın başına gelen bu sefer Amerika’nın başına gelmeye başladı." "Nasıl olur?" dedim, "Türkler Amerika’yı işgal etmedi ki." "Aa" dedi, "İşte onun için daha da tehlikelisi oldu." Merakla yüzüne baktım. Görevliden bir su istedikten sonra anlatmaya devam etti. "Türkler önce Amerika’da azınlıklar için bütün derslerin Türkçe olarak öğretildiği Türk okulları açtılar. Fakat az sonra Amerikalı veliler de çocuklarını bu okullara göndermeye özendiler. Bu pahalı Türk okullarına gidenler âdetâ ayrı bir kültüre sahip, kendilerini imtiyazlı gören bir sınıf oluşturdular. O ara dünyada Japonca, Çince, Türkçe gibi dillerin önemi gittikçe artmaktaydı. Alışılagelmiş Amerikan okullarında (lise olsun, evrenkent olsun) eğitim dili İngilizce olmaya devam ediyordu. Yabancı diller de ayrıca yabancı dil derslerinde, özel yaz kurslarında yeterince öğretilebiliyordu. O günlerde eğitim düzeni başarılı olmaya başlamıştı. Gene de yabancı Türk okullarına rağbet artıyor, özenti körükleniyordu. Derken, tam kırk yıl önce en iyi bir özel Amerikan okuluna, mali durumu tam bozulmuşken, aniden on-on beş Türk, Kazak, Kırgız öğretmen geldi. Okulun o mâlî sıkıntısı arasında nasıl döviz bulduğunu bir-iki kişiden başka kimse merak etmedi. Ertesi yıl okulun eğitim dili (tüm dersler) Türkçe’ye değiştirildi. O zaman için bu çok çarpıcı bir olaydı. İlk kez bir milli Amerikan okulu, bir yabancı Türk misyoner okuluna benzetiliyordu.

Burada, Collin’in sözünü kestim. "Ne olacak? Amerikan çocukları Türkçe’yi böylece daha iyi öğrenmiş olur." Nerdeyse öfkelendi. "Öyle şey olur mu? Yabancı dil öğretmenin böyle bir yöntemi yoktur. Çocuk aynı anda zaten zor olan fiziği mi öğrensin, Türkçe’yi mi? İkisini de öğrenemez, sadece ezberci olur. Kendi dilinde düşünemeyen, her an dolaylı da olsa kendi dil ve kültürünün değersiz olduğu kendisine telkin edilen çocukta kimlik, benlik, haysiyet duyguları nasıl gelişebilir?" "Doğru diyorsunuz" dedim, "zaten birkaç sömürge hariç böyle bir eğitim düzeni, ya da yabancı dil öğretme yöntemi hiçbir aklı başında ülkede yoktur. Ama, öyle birkaç acayip okuldan ne çıkar? Daha pekçok olağan Amerikan okulları var ya."

Collin âdetâ, ne kadar anlayışsız bu adam der gibi sabırsız bir havaya bürünmeye başlıyordu. Gene de bir nefes alıp açıklamaya çalıştı. Anlaşılan bu konu, İrlandalı geçmişi ile de bağlantılı olarak onu derinden tedirgin ediyordu. "İş o kadarla kalmadı" dedi, "Amerikan Eğitim Bakanlığı birkaç yıl içinde, sessiz sedasız, eğitim dili Türkçe olan yüzlerce okul açtı. Arkasından birkaç da böyle evrenkent." "Türkler bu ayrıcalıklı evrenkentlere özellikle yardımlar yaptılar. Sonunda gerçek Amerikan okulları ikinci sınıf durumuna düştüler. Bu sefer onlar da, ‘bizim de eğitim dilimiz Türkçe olsun’ demeye başladılar. İşin kötüsü bu haince kültürel soykırım oyunu Amerika’ya oynanırken, kimseden ses çıkmıyor, herkes Amerika’da baş gösteren iç karışıklıklardan, kısa vadeli maddi çıkarlardan başka birşey düşünemiyordu."

"Tabii" dedim, "Bu yabancı eğitim hastalığı hızla arttıkça Amerika’daki bilim, teknik, edebiyat seviyesi çok düşmüştür. En kötüsü de, kendine ve kendi toplumuna güveni olmayan, herşeyi Türklere yalvarmaktan bekleyen, temel soruları sormasını, çözüm getirmesini bilmeyen nesillerin yetiştirilmesi olmuştur. Değil mi?"

Collin, hüznü artarak (belli ki ülkesine bağlı, yanılmamışım, onurlu bir insandı) "Evet" dedi, "Sonuç olarak Amerika’nın üretkenliği, üreticiliği, tabii sonra da dünyadaki itibarı kalmadı. Yabancı, Türkçe eğitim dilli okullardan yetişenler genellikle ya gezimcilik rehberi, ya Türk şirketlerine acente oldular. Ufak tefek iş yerleri açanlar da, başlıca marifetleri yüzeysel bir Türkçe bilmekten ibaret olduğu için, o marifetlerini gösterme iştiyakiyle, iş yerlerine yarı Türkçe levhalar astılar."

"Yazık" dedim, "Amerika bilime, tekniğe, tıbba büyük katkıları bulunmuş bir ülkeydi. Bu hallere mi düşecekti?" Verdiği izahat için kendisine teşekkür ettim. Sonra da biraz olsun, maneviyatını tazelemek için "üzülmeyin" dedim, "sizin gibi bilinçli, ülkesinin, insanlarının geleceğini, haysiyetini düşünen fertleri oldukça, bir toplum yeniden yeşerir. Yılmayın, doğru bildiğiniz yolda devam edin." Bana insancıl gözlerle baktı.

Vakit epeyi gecikmişti. Kalktım, el sıkışıp ayrıldık. Dışarı çıktığımda sokaklar işlerinden çıkanlarla iyice dolmuştu. Caddeler, kavşaklar beş dakikada ancak bir iki metre ilerleyebilen arabalar, simsiyah dumanlar çıkaran kırık dökük otobüslerle tıkanmıştı. Tozdan, dumandan göz gözü görmüyordu. Boğulacak gibi oluyor, pis havadan nefes alamıyordum. Hatırladığım eski New York’ta da kalabalık olur, ama bu derece düzensizlik olmazdı.

Aklıma yeraltı treni geldi. Bu durumda ancak onunla bir yere gidebilirdim. Yedinci cadde ile otuz dördüncü sokaktaki girişi aradım. Yoktu. Eskiden olduğu köşeye yeni bir araba parkı daha yapılmıştı. Köşede, arabaların arasından karşıya geçme fırsatı bekleyen bir genç gördüm. Bir evrenkent öğrencisine benziyordu. Kızgın bir hali vardı. Yanaşıp yeraltı trenini sordum. "Ne treni be" dedi, "onlar tam kırk yıl önce sökülmüş. Haberiniz yok mu?" "Buralarda yoktum" diye mırıldandım, "yeraltından rahatlıkla gidilir gelinirdi. Niye sökmüşler ki?" "Niye olacak" dedi, "Şu Türklerin danışmanları ‘trenin modası geçti. Araba demokrasidir’ deyip söktürtmüşler. Tabii kendi arabaları burada daha çok satılsın diye! Şimdi işte gördüğünüz gibi arabası olan da perişan, olmayan da." Ve yanımdan bir hışımla uzaklaştı.

Gördüklerim, işittiklerim beni iyiden iyiye şaşırtmış, bir hayli de üzmüştü. Kendi kendime "Allah Allah" dedim. "Bizim millet böyle fena değildi. Tarihi boyunca gittiği yerlerde insanlık öğretmiş, kimsenin diline, dinine, kültürüne dokunmamış, hep birbirinin gırtlağında olan değişik kavimler arasında bile barışı sağlamıştı. Acaba ne oldu? Törelerinde hangi etkilerle böyle köklü değişikler meydana geldi?" diye düşünürken çırpınarak, ter içinde uyandım. "Aa, iyi ki rüya imiş" dedim.

İletişim araçları