ödevler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ödevler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Çevre kirliliğinin nedenleri

Çevre kirliliğinin nedenleri

Çeşitli kaynaklardan çıkan katı, sıvı ve gaz halindeki kirletici maddelerin hava, su ve toprakta yüksek oranda birikmesi çevre kirliliğinin oluşmasına neden olmaktadır. Hızla artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarının karşılanması için teknolojinin gelişmesine bağlı olarak endüstrileşmenin de artması gerekmektedir. Sanayideki bu artış beraberinde var olan doğal kaynakların hızla tükenmesine neden olmaktadır. Doğal kaynaklar hızla tükenirken, üretim ve tüketimden kaynaklı atıkların önlemler alınmadan doğaya atılması çevre kirliliğinin oluşmasına ortam sağlamaktadır. Çevre kirliliğinin en önemli nedenleri aşağıda kısaca sıralanmıştır.

    Hızlı nüfus artışı,

    Plansız kentleşme,

    Plansız endüstrileşme

    Doğal kaynakların ölçüsüz kullanılması.

Kuşkusuz çağımız, dünya tarihinde en fazla gelişme ve ilerlemelere sahne olmaktadır. Beşeriyetin sanayileşme ve tekniğin her alandan gelişmenin azami noktası yaşamakta olduğumuz zaman dilimi içindedir. Bu hızlı gelişme her geçen gün daha da hızla artmaktadır. Bu arada, insanlar da doğal zenginlik kaynaklarını hızla tüketmektedirler.
           
Bu durumda çevrenin pek çok yer ve şekilde hızla kirlenmesine neden olmaktadır. Etkili ve geniş kapsamlı önlemler alınmaz ise dünyamızdaki tüm canlı varlıklar için yaşama şartları durmadan bozulmaya devam etmektedir. Hızlı sanayileşme ile beraber çevrenin hızla kirlenmesi ve bu durumun doğurabileceği sınırsız tehlike, ancak son çeyrek yüzyılda yeterince anlaşılabilmiştir.

Son yıllarda teknoloji ve sanayinin hızla gelişmesi, çevre sorunlarının da artmasına sebep olmuştur. Artan nüfusla birlikte devreye giren altyapılar, faaliyete geçtikleri günde bile yetersiz kalmaktadır. Bu plansız endüstrileşme ve sağlıksız kentleşme, nükleer denemeler, bölgesel savaşlar, verimi artırmak amacıyla tarımda kimyasal maddelerin bilinçsizce kullanılmasıyla birlikte, gerekli çevresel önlemler alınmadan ve arıtma tesisleri kurulmadan, geri dönüşüm alanları hazırlanmadan yoğun üretime geçen sanayi tesisleri veya sanayi bölgeleri çevre kirliliğini tehlikeli boyutlara çıkarmıştır. Yapılan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin % 50 'sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Hızlı nüfus artışı, çevre sorunlarının artmasında önemli bir etken olarak görülmektedir. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek nüfus artış oranına sahiptir. Artan nüfus karşısında düzenlemelerin ve planlamaların erken hayata geçirilerek çevre kirliliğinin en aza indirilmesi amaçlanmalıdır.

Dünya nüfusunun hızla artması beraberinde sanayin ve kentleşmenin artmasına neden olmaktadır. İnsanların, sanayinin ve kentlerin ihtiyacı olan ham madde doğadan karşılanmaktadır. Bu ham madde ihtiyacının giderilmesi aşamasında doğa hızla tahrip edilerek çevreye zarar verilmektedir. Bu aşamada doğal kaynaklar plansız ve yanlış bir şekilde tüketilmektedir.

Özellikle enerji alanında ihtiyacı karşılamak için yapılan çalışmalara bağlı olarak sayıları artan nükleer enerji santralleri, nükleer silah üreten fabrikalar, radyoaktif madde artıkları kirlenme yaratan başlıca kaynaklar durumundadır. Radyoaktif atıklar, yaymış oldukları elektronla hava, su, toprak ve bitkilere zarar verir. Radyoaktif maddeye sahip (radyasyonlu) hayvansal ürünler (et, balık, süt, vb.) Ve bitkiler, bu zararlı maddeyi besin zinciri ile insanlara ve diğer canlılara taşır. Bunun sonucunda bağışıklık mekanizması zayıflayarak hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

İletişim alanında yaşanan gelişmeler elektromanyetik kirliliğin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu alanda gelişen yeni teknolojinin takip edilmesi ile büyük miktarlarda cep telefonu atıkları oluşmaktadır.

Atıkların geri dönüşüm amacıyla uygun toplanmaması çok büyük kirliliklere ve radyoaktiviteye neden olmaktadır. Hızlı nüfus artışı ile beraber her alanda tüketim artarak, artan tüketim beraberinde kirlenmeye neden olmaktadır. Çevre kirliliğinin önlenmesi için geri dönüşüme önem verilmelidir. Birçok alandan çok çeşitli atıklar ortaya çıkmaktadır.

Son yıllarda elektrik ve elektronik endüstrisi dünyanın en büyük ve hızla büyüyen üretim sanayisi olup ve bu büyümenin sonucu olarak ve hızla eskime/demode olma nedeniyle eski/hurda elektronik cihazlar (elektronik atıklar) dünyada en ciddi katı artık problemini oluşturmaktadır. Bu atıklar büyük ev aletleri, (fırın, soğutucu, kurutucu ve klimalar) küçük ev aletleri (tost makinesi, elektrik süpürgeler, çırpıcı, doğrayıcı) bilgi ve iletişim teknolojisi (bilgisayarlar, yazıcılar, cdler, telefonlar, dvdler) elektrikli ve elektronik el aletleri ve tıbbi cihazlardan oluşmaktadır. Bu atıklar büyük yer kaplamalarının yanında yaydıkları pb, be, hg, cd, cr+6 ve bromlu alev geciktiriciler ile çevre güvenliğini ve çevre sağlığını tehdit etmektedir.

Bunlarla birlikte çevre sorunlarının diğer kaynakları şunlardır:
Bu alanda sıralmış olan maddelerin daha artırılması mümkündür. Genel olarak ele alınması gerekli olan maddeler aşağıda sıralanmıştır.

    1-  göçler ve düzensiz şehirleşme,
    2-  kişi başına kullanılan enerji, su, kâğıt, kömür vb. Artışı,
    3-  ormanların tahribi, yangınlar ve erozyon,
    4-  aşırı otlatma ve doğal bitki örtüsünün tahribi,
    5-  konutlardaki ve işyerlerindeki ısınmadan kaynaklanan (özellikle kalitesiz kömür kullanımı) hava kirliliği,
    6-  motorlu araçlar ve deniz araçları,
    7-  maden, kireç, taş ve kum ocakları,
    8-  gübre ve zirai mücadele ilaçları,
    9-  atmosferik olaylar ve doğal afetler,
    10-kanalizasyon sularının arıtılmaksızın alıcı ortamlara verilmesi ve sulamada kullanılması,
    11-katı atıklar ve çöp,
    12-sulak alanların ve göllerin kurutulması,
    13-arazilerin yanlış kullanımı,
    14-kaçak avlanma,
    15-televizyon, bilgisayar ve röntgen; tomografi vb; tıbbi cihazların yaygınlaşması ile meydana gelen radyasyon,
    16-endüstriyel ve kentsel kaynaklı gürültü.

14 Mayıs 2013 Salı

Atatürk Dönemi Dış Politika (özet)



Nüfus Mübadelesi Sorunu


*Lozan Antlaşması'ndan sonra yeni Türk Devleti'nin dış siyaseti "Yurtta Barış Cihanda Barış" temellerine oturtuldu.
*Lozan Antlaşması'nda Türkiyedeki Rumlar ile Yunanistan'daki Türklerin değiştirilmesi kararı alınmış, İstanbul'daki Rumlar ve Batı Trakyadaki Türkler bu değişimin dışında tutulmuştu.
*Yunanistan, İstanbul'da çok sayıda Rum bulundurmak amacıyla Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından önce İstanbul'a gelen Rumların da değişim dışında tutulmasını istedi.
*Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlık, Uluslar Arası Adalet Divanı'na gotürüldü. Adalet Divanı, 21 Şubat 1925'te verdiği kararla sorunun çözümünde yetersiz kaldı.
*10 Haziran 1930'da Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan antlaşma ile sorun halledildi.

Yabancı Okullar Sorunu


*Lozan Antlaşması'nda, Türkiyedeki yabancı okulların, Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı oldukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uygun bulunmalarına karar verilmişti.
*Lozan Antlaşması'ndan sonra Türk Hükümeti, bu okullarda Türk dili, tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından denetlenmesi esasını getirdi.
*Ayrıca bu yabancı okulların Türk müfettişleri tarafından denetlenmesi konusunda bir yönetmelik belirlendi.
*Yabancı okulların bu kurallara uymak istememesi üzerine, bu okullar ilgili devletlerin Türkiye'deki elçilikleriyle temasa geçti.
*Türkiye'nin aldığı kararları kabul etmeyen bazı okullar kapatıldı.

Irak Sınırı ve Musul Sorunu


*İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. maddesi uyarınca Musul'u işgal etmişti.
*1924'te Türkiye ile İngiltere Musul sorununa çözüm bulmak amacıyla İstanbul'da bir araya geldi.
*Ancak antlaşma sağlanamadı.
*Taraflar, 20 Eylül 1924'te Milletler Cemiyeti'ne başvurdu.
*Milletler Cemiyeti Musul'un Irak'a ait olduğu bildirdi. Türkiye bu karara karşı çıktı.
*Türkiye Uluslar Arası Adalet Divanı'na başvurdu.
*Konu burada da çözümlenemedi.
*1925 yılında çıkan Şeyh Sait İsyanı, Musul sorununu aleyhimize sonuçlandırdı.
*5 Haziran 1926'da Türkiye ile İngiltere arasında Ankara Antlaşması imzalanarak Türk - Irak sınırı bugünkü şeklini aldı ve Musul Irak'a bırakıldı.

Türkiye'nin Milletler Cemiyetine Girişi


*Milletler Cemiyeti, 1919'da imzalanan Versailles Antlaşması sonunda kuruldu.
*1947 yılında görevini Birleşmiş Milletler Cemiyeti'ne devretti.
*Türkiye Milletler Cemiyeti'ne 1932'de girdi.
*Türkiye'nin Cemiyet'e geç girmesinin nedeni, Cemiyet'in o yıllarda başta İngiltere olmak üzere büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir organ durumunda olmasıydı.
*Büyük devletler, o yıllarda başta savaş tazminatı alınmaması ilkesi olmak üzere Milletler Cemiyeti'nin hiçbir ilkesine uymuyordu.
*Milletler Cemiyeti, Musul sorununda İngilizlerin etkisinde kalıp yanlı bir tutum sergilemişti.
*Türkiye, önceleri Milletler Cemiyeti'ne girmeyi bağımsızlık ilkesine ters gördü.
*İspanya'nın teklifi ve Yunanistan'ın desteği ile Türkiye 18 Temmuz 1932'de Milletler Cemiyeti'ne üye oldu.

Balkan Antantı (Paktı - 9 Şubat 1934)

*Balkan Antantı, 1930'lu yıllarda artan İtalyan faşizmi ve Alman nazizminin Balkanları tehdit etmesi üzerine kuruldu.
*Antant'a katılan devletler : Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan'dı.(şifre : TAYYAR - a HARFLERİ JOKER)
*Bulgaristan ve Arnavutluk, Balkan Antantı'na katılmayan Balkan Devletleri'n dendi.
*Antant ile, dünya barışını koruyamayan Milletler Cemiyeti'ne karşı, Balkan devletleri kendi topraklarını korumayı amaçlamıştı.
*9 Şubat 1934'te imzalanan Atina Antlaşması sonunda, Türkiye, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya'nın katılımı ile Balkan Antantı oluşturuldu.
*Bu Antant çeşitli nedenlerden dolayı başarılı olamadı.

Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936)
*Lozan Antlaşması ile Türkiye'nin Boğazlar'da silah bulundurması ve Boğazlar'a geçişi düzenlemesi engellenmişti.
*Bu durum, Almanya ve İtalya'nın hızla silahlanması ile Türkiye'yi tehdit edici boyutlara ulaşmıştı.
*Milletler Cemiyeti'nin, Boğazlar üzerindeki güvencesi Almanya ve İtalya karşısında yetersiz duruma düşmüş, Boğazlara muhtemel bir saldırı şüphesi artmıştı.
*20 Temmuz 1936'da yapılan Boğazlar Konferansı'nda, Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği kayıtsız şartsız kabul edilerek, Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

Sadabat Paktı ( 8 Temmuz 1937)


*1930'lu yıllarda İtalyan faşizmi bütün dünyayı tehdit etmekteydi.
*İtalya'nın 1934 yılında Hebeşistan'ı işgal etmesi ve Doğu Akdeniz üzerindeki emellerini açıkça belirtmesi üzerine, Türkiye Orta Doğu'da bulunan devletler ile bir ittifak kurma konusunda harekete geçti.
*8 Temmuz 1937'de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan'ın katılımıyla Sadabat Paktı kuruldu.

Hatay Sorunu


*Hatay, Misak-ı Milli sınırlarımız içinde bulunmasına rağmen, Ankara Antlaşması ile, bölgedeki Türk kültürünün korunması şartıyla, Fransız egemenliği altında özel bir yönetime devredildi.
*1936 yılında Fransa'nın Suriye ve Lübnan üzerindeki mandasını kaldırması üzerine, İskenderun ve Hatay Suriye mandasına girdi.
*Türkiye derhal sorunu Milletler Cemiyeti'ne gotürdü.
*Milletler Cemiyeti, Hatay için ayrı anayasa ve statü öngördü.
*Hatay, meclisinin aldığı karar ve yapılan halk oylaması ile, Hatay 2 Eylül 1938'de bağımsız devlet haline geldi.
*Hatay, 29 Haziran 1939 tarihinde kendi meclisinin verdiği karar gereği oy birliği ile Türkiye'ye katılmayı kabul etti.

25 Nisan 2013 Perşembe

Buzdolabının çalışma prensibi

Buzdolabının çalışma prensibi şudur. Bir kompresör motoruna bağlı olan kanalların içinde azot gazı bulunur. Bu kanallar motorun bir ucundan çıkıp buzdolabının dışındaki rezistansı, dolabın iç yüzeyini ve buzluğunu dolaşıp motorun diğer ucuna geri döner. Motorun basınçla sıkıştırdığı azot gazı sıvılaşır ve bu sırada dolabın dışındaki rezistansa itilen azot sıvılaşırken ısısını dışarıya vererek soğur. (sıvı azotun sıcaklığı da 0(sıfırdan) düşüktür) Bu sıvı azot daha sonra motorun basıncıyla buzdolabı içindeki kanallara itilir ve burada dolaşırken buzdolabının içini soğutur ve emdiği ısıyla tekrar buharlaşarak buzdolabının arkasındaki motora geri döner. Bu şekilde sürekli bir devridaimle buzdolabının içinden alınan ısı dış ortama verilerek buzdolabı soğur ve soğuma belli bir değere geldiğinde termostat sistemi devreye girerek motoru durdurur. Sıcaklık belli değere kadar artınca da yine termostat devreye girerek motoru çalıştırır.

21 Nisan 2013 Pazar

Erime Donma Buharlaşma ve Yoğunlaşma Canlıların Yaşamındaki Önemi Nedir



Sanayide kullanılan ham maddelerin saf olarak elde edilmesinde kullanılır. Veya çıkarılan madenlerin işlenmesinde.
Örneklendirirsek:
Çıkarılan madenlerin tamamına yakını saf olarak çıkarılmaz. Madenin içindeki diğer maddeleri ayrıştırmak için maddelerin ayırt edici özellikleri kullanılır. Veya Ham petrolün ayrıştırılması işlemi yine bu sayede gerçekleşir.

— Maddelerin ayırt edici özelliklerinden yararlanılarak sanayide teknolojide birçok alanda yararlanılmaktadır. Öz kütle farkı ile çözünürlük ile hal değişimi kullanılarak ayrıştırma yapılmaktadır. Yangın alarmlarında sigortalarda metallerin genleşme özelliğinden yararlanılmaktadır.

— Gıda sanayisinde öz kütle farkından dolayı maddelerin ayrıştırılmasını (süzme, damıtma vb.) yöntemler uygulanarak kullanılır.
Maddenin Ayırt Edici Özelliklerinin Saniyede ve Teknolojide Kullanımı

Laboratuarda bir sıvının içinde çözünmüş olabilecek öteki maddelerden ayrıştırılarak arıtılması gerektiğinde kullanılan en kolay yöntem damıtmadır. Damıtma sıvının buharlaşıncaya kadar ısıtılıp daha sonra yükselen buharın bir soğutma yöntemiyle yeniden sıvılaştırılmasıdır. Böylece sıvı önceden içerdiği buharlaşmaz maddelerden arınmış olur. Kaynama noktaları değişik iki sıvının ayrıştırılmasında damıtma yöntemi kullanıldığında işleme ayrımsal damıtma adı verilir.
Kapalı bir kapta buhar elli bir basınca ulaşıncaya kadar sıvı buharlaşacaktır. Bu basınç yalnız sıcaklığa bağlıdır ve buharlaşmanın belli bir sıvı için belli bir sıcaklıkta maksimum sınırını gösterir. Buharın doymuş olduğunu gösterir. Her sıvının özel bir basınç değeri vardır. Basınç değeri sıvının doğal yapısına uçuculuğunun yüksek ya da düşük olmasına bağlıdır ve maddenin miktarından bağımsızdır. Buhar basıncı hemen her zaman mili metre cıva olarak tanımlanır. Bu aynı miktarda basınç yapma etkisindeki cıva sütunun uzunluğudur.

Bir sıvını buhar basıncı sıcaklığın artması ile yükselir. Suyun arıtılması buharlaşma hızını artırır. Sıcaklıktaki bu artış buhar basıncını sıvıya uygulanan dış basınca eşit duruma getirince sıvı kaynar, bir başka deyişle sıvı ile buhar arasındaki denge bozularak, sıvı tümüyle buhar haline geçer. Tüm hal değişimlerinde olduğu gibi, kaynama sırasında tüm sıvı buhar haline geçinceye kadar sıcaklık değişmez kalır. Deniz seviyesinde su 1atm basınç altındadır.100Cde suyun buhar basıncı 1atmye eşittir. Bu yüzden suyun kaynama noktası 100C’dir.
Bir sıvı daha uçucu oldukça, belli bir sıcaklıkta buhar basıncı yükselir ve dış basınca ulaşması kolay olur. Buna iyi bir örnek olan eterin kaynama noktası son derece yüksek bir buhar basıncının bir sonucu olarak 35C0’dir. Bu özelliklere dayanılarak bir çözelti, içindeki katışıklardan arıtılabilir. Ama bir karışımındaki iki sıvının kaynama noktaları arasında 80C den yüksek bir fark varsa, bunların ayrıştırılması kolaydır, kaynama noktaları arasındaki fark 80C den az ise iki arı bileşe elde etmek zordur

AVUKAT VE DAVACILAR SKEÇİ



(Avukat bürosu dekoru. Kişiler: Avukat, Şinasi Bey, Eski Karısı, Yeni karısı, Şinasi’nin annesi, sekreter)
 
Avukat: Şuraları da temizle.

Sekreter: Temizledim ya!

Avukat: Olsun kızım bir daha temizle, elinde mi kalır yani!

Sekreter: Yok da buralara bal döküp yalayacaksın herhalde, bu kadar temizlettiğine göre…

Avukat: Temizle be! Allah Allah ne kadar geveze oldun sen.

Sekreter: Avukatın yanında başka ne olur zaten. Avukatın yanında sekreterlik yaparak doktor olmam her halde geveze olurum.

Avukat: (Seyircilere) Ya bir sekreteri altı aydan fazla tutmayacaksın, sürekli değiştirmek gerekir bu sekreterleri başa bela bunlar…

Sekreter: Ah bir zamanlar, yani çocukken astronot olup uzaya gitmek isterdim. Şu düştüğüm hale bakın, ola ola sekreter oldum.

Avukat: Ne olmak istiyordun?

Sekreter: Astronot olmak istiyordum. Uzaya gitmek isterdim.

Avukat: Astronot olacaktın. Ne güzel ülkemizin ilk astronotu olmak istiyordun, ama ömrün yetmeyecek herhalde.

Sekreter: Nedenmiş o?

Avukat: Yürüyerek Aya gidebilir misin?

Sekreter: Hayır.

Avukat: O zaman astronot da olamazsın. (Kapı çalar)

Sekreter: Buyurun hoş geldiniz.

(İçeri Şinasi ve eski karısı girer.) ( Şinasi’nin ceketi omzundadır)

Avukat: Hoş geldiniz.

Şinasi: Hoş bulduk.( Avukatla tokalaşır.) (Eski karısı da tokalaşmak için avukata varır Şinasi kızarak)

Şinasi: Geri çekil elin avukatıyla bu ne samimiyet?

Eski karısı: Sana ne! Biz boşandık ve aramızda bir bağ kalmadı.

Şinasi: Olabilir. Sen yine de çekil otur şuraya.

Avukat: Boşandınız. Umarım böyle daha mutlusunuzdur.

Şinasi: mutluluk ne demek avukatçığım. Dünyalar meleği bir kadınla evlendim ve bu kadınla geçen hayatım boşa geçmiş.

Eski karısı: Öyle mi senin hayatın içmek dışında zaten hep boştu.

Şinasi: Sen konuşma gürültü oluyor. Bak millet rahatsız oluyor.

Avukat: Hanımefendi siz ne yaptınız? Boşandıktan sonra hayat nasıl?

Eski karısı: Ben de evlendim ve şu anda çalışıyorum. Oldukça mutluyum şu anda çalışıyorum. Allah kurtarmış.

Şinasi: buldun tabi hafif bir koca adamı iç güveysi aldın. O Salak da erkeğim diye geziyor ortalıkta.

Eski karısı: Seni de gördük. Koca olmak dayak atmak değildir. Umarım bunu öğrenmişsindir.

Şinasi: Kim, ben mi? Ulan beni layt erkek mi sanıyorsun sen. Biz bu güne bu gün memleketin has erkeği, esas oğlanıyız. Karıya kıza yüz vermek bize yakışmaz. Vücut kabul etmez, bünye atar yani.

Avukat: Sizin bir de çocuğunuz vardı değil mi?

Eski karısı: Evet şu anda çocuğum okumayı ve yazmayı öğrendi. Çarpım tablosunu da babasından iyi biliyor.

Şinasi: Bırak onları da çocuğa şimdiden bir top ver çocuk futbolcu olsun.

Eski karısı: Ne futbolcusu?

Şinasi: Futbol oynasın çocuk, eline bir tespih ver benim gibi olsun. Hafif olmasın, karısından korkmasın çocuk.

Eski karısı: Şinasi Bey hatırlarsan bizim çocuğun hiç karısı olmayacak.

Şinasi: Niye? Çocuğun bir problemi mi var?

Eski karısı: Bizim çocuğumuz zaten kız.

Şinasi: Ha! Öyle miydi ya! Bende akıl mı kaldı sanki?

Eski karısı: Sende akıl hiç olmadı ki zaten…

Avukat: Şimdi sorununuz nedir? Size nasıl yardımcı olabilirim.

Şinasi: Efendim sorun miras meselesi. Mirası paylaşamadık galiba.

Avukat: Biliyorsunuz yeni medeni kanuna göre evlilikte kazanılan mallar boşanma halinde ortak olarak paylaşılır.

Eski karısı: Ben de aynı şeyi söyledim. Ama beyefendi meseleyi buralara kadar getirdi.

Şinasi: Avukatçığım pardon konuyla ilgisi yok galiba ama kusura bakma bu sekreter senin mi? Yoksa ödünç mü aldın?

Avukat: ödünç almak ne demek ya?

Şinasi: Bizim eve bir sekreter lazım da.   Sekreter hanım ben size “merhaba” demiş miydim?

Sekreter: Evet demiştiniz.

Şinasi: “Nasılsınız” demiş miydim?

Sekreter: Hayır, demediniz.

Şinasi: Diyorum o zaman, nasılsınız?

Sekreter: Tamam ben de cevap veriyorum: “Size ne?”

Şinasi: Ulan bu karı milletine de yüz vermeye gelmiyor. Zaten karı dediğin nedir ki? Elinin kiri, yıkayınca çıkar gider.

Eski karısı: Evet ama çıkmayanları da var.

Şinasi: Neyse ne diyorduk.

Eski karısı: Paylaşamadığımız mirastan bahsediyorduk.

Şinasi: Arkadaş elimde bir araba var onun da yarısını almak istiyorsun. Olmaz ki ya!

Eski karısı: Bu en doğal hakkım, sen para kazanıp bu arabayı alırken kendi başına mıydın? Sen birisiyle evleneceksin, canın sıkılınca, kafan esince onu kapının önüne koyacaksın. Yok öyle! Ben kendi hakkımı istiyorum. Senin olanları değil, kendime ait olanları istiyorum. O arabayı alırken bütün altınlarımı aldın. Ben hakkımı istiyorum.

Şinasi: Ulan boşandık, her şeyi paylaştık. Her şeyin yarısını sana verdim. Ulan çorapların bile birer tanesini almışsın. Ulan bu çoraplar çifter çifterdir, birini alırsan diğerini nasıl giyeceğim?

Eski karısı: Evet her şeyi adilce paylaştık.

Avukat: Evet, çok doğru ve adilce paylaşmışsınız. Hayat müşterektir.

Şinasi: Sen karışma Lan avukat bozuntusu.

Sekreter: Lütfen avukat beye hakaret etmeyin, yoksa!

Şinasi: Yoksa ne olur. Sen avukatın avukatı mısın? İşine bak. Bu kadar da olmaz ki! Benim çoraplarımın birer tanesini aldığı yetmemiş gibi bir de tutmuş kendi çoraplarının birer tanesini bırakmış. Ulan ben senin çorabını ne yapayım. Bu yaştan sonra adımı mı çıkaracaksın? Zaten kahvede falan rezil oluyorum, çoraplara baksana ( çorapların rengi farklıdır) Fenerbahçe forması gibi.

Eski karısı: Ne güzel, yakışmış da.

Şinasi: Ne yakışması be! Sekreter hanım ben size “nasılsınız” demiş miydim?

Sekreter: Evet demiştiniz, ben de cevabınızı vermiştim.

Şinasi: Ne güzel, demek bana cevap veriyorsunuz. Tamam, bu cevabınızı karşılıksız bırakmayacağım.

Sekreter: Çattık ya! Sizin bir probleminiz mi var?

Şinasi: Evet havuz problemi var çözebilir misiniz?

Eski karısı: Ne diyorduk, ben arabanın da değerinin yarısını istiyorum. Yoksa dava açacağım.

Avukat: Evet hanımefendi doğru söylüyor.

Şinasi: Ulan siz ortak mı çalışıyorsunuz? Her şeyin yarısını verdim. Her şeyi paylaştık. Hatta çamaşır makinesini aldın, fırını bıraktın. Ama ne yazık ki fırında çamaşır yıkayamıyoruz sayende. Tek araba var. Yarısını nasıl vereceğim sana? Çorap değil ki bu meret, birini versem.  (Kapı çalar)

Eski karısı: Ben anlamam bu konuda da hakkımı istiyorum.

         (bu sırada kapı yine çalınır)

Avukat: Git kapıya bak Her kimse içeri alma, dışarıda beklesin

          (sekreter çıkarken)

Şinasi: Sekreter hanım cevabınızı unutmadım. Unutmayacağım.

          (sekreter sinirle çıkar)

Şinasi: Ulan bu karı milletinin aklı yok. Sen şimdi arabanın yarısını ne yapacaksın. Araba kullanmayı bilmezsin hatta oturmayı bile bilmezsin

Eski karısı: Evet, hiç binmediğim bir arabamız vardı. Ama yarısını istiyorum.

Şinasi: Ah ulan burada kimse olmayacaktı. Ben sana bir dayak atacaktım. Bak o zaman araba falan istiyor muydun?

          (sekreter girer)

Sekreter: Avukat Bey bir hanımefendi geldi ısrarla içeri girmek istiyor.

Avukat: Beklesin ya!

Şinasi: İşte karı milleti içeri girmek istiyormuş. Sizin sopanız falan yok mu? Kov gitsin kimse ya!

             (yeni karısı sinirle içeri girer)

Yeni karısı: Kimi kovuyorsunuz Sayın Şinasi beyler!

Şinasi: Karıcığım! Sen miydin? Ben başka birisi sanmıştım. (ayağa kalkar, korkmuştur.)Seni kovabilir miyim? Gel buyur şöyle otur!(kendi yerini verir)

Eski karısı: Hoş geldiniz. Ben Şinasi Bey’in eski karısıyım.

Şinasi: Evet tanıştırayım. Yeni karım. Hatta yeni kocam desem daha doğru olur.

           (Şinasi ayakta beklemektedir)

Avukat: Memnun olduk hanımefendi.

Yeni karısı: Sorun nedir avukat bey?

Şinasi: Ben izah edeyim karıcığım.

Yeni karısı: Ben avukata sordum, sana değil Şinasi.

Şinasi: Tamam karıcığım.

Avukat: Şinasi Bey eski karısıyla mal paylaşımı meselesi sebebiyle burada.

Yeni karısı: Şinasi Bey eski karınızın eşyalarını derhal iade et.

Şinasi: Tabi karıcığım. İstersen donumun yarısını da kesip vereyim.

Yeni karısı: Nasıl konuşuyorsun? Hanımefendinin hakkını ver.

Eski karısı: Lütfen burada tartışmayın. Bu işi sakince halledebiliriz.

Sekreter: Şinasi Bey bana nasıl olduğumu ısrarla sormayacak mısınız?

Yeni karısı: Şinasi sekretere nasıl olduğunu mu soruyorsun? Sana ne milletin nasıl olduğundan!

Sekreter: Karıcığım sekreter, ama bu sekreter erkek.

Yeni karısı: Erkek mi? Bunu neresi erkek?

Şinasi: Aaa!(utanır gibi yapar) erkek değilmiş! Karıcığım erkek olmadığını bilseydim sorar mıydım?

Yeni karısı: Bilmez miyim?

Şinasi: Karıcığım senden başka kadına bakarsam iki gözüm önüme aksın, sen de ye!

Yeni karısı: Aferin

Şinasi: Senden başka bir kadına dokunursam iki elim kırılsın sen de ye!

Yeni karısı: Ha şöyle hizaya gel!

Şinasi: Karıcığım senden başka bir kadını verdiği bir şeyi yersem ben kusayım. Sende ye!

Yeni karısı: Saçmalama Şinasi!

Avukat: Siz ne kadar güzel anlaşıyorsunuz. Şinasi Bey eskiye bakarak çok mantıklı ve hafif olmuşsunuz.

Şinasi: Hafif sensin, ne demek istiyorsun sen avukat bozuntusu yanındaki sekretere mi güveniyorsun?

Yeni karısı: Şinasi, yeter artık saçmalama.

Eski karısı: Şinasi Bey ben artık arabadan da sizin hayatınızdan da pay istemiyorum. Bu gördüklerim benim için yeterli.

Şinasi: Ne demek bu şimdi?

Eski karısı: Valla ben sizin bu durumunuzu gördüm ya artık ölmem.

Şinasi: Ölme, geber!

Yeni karısı: Şinasi gereken neyse hallet ve derhal eve gel beni bir daha buraya getirme. Tamam mı?

Şinasi: Tabi karıcığım inşallah eve gidişin olur da dönüşün olmaz. İnşallah eve sağ salim varamazsın.

      (bu sırada karısı çıkar)

Şinasi: Tamam sen git ben geç gelebilirim. Bekleme…

Avukat: Çok mutlu olduğunuz her halinizden belli. Yeni evlilik size yaramış.

Şinasi: Ne demezsin! Bu karı kısmı el kiri yıkadın mı çıkar gider. Ama bizimki yıkasan da çıkmayacak türden.

Eski karısı: Ben artık sizden bir şey istemiyorum. Gerçekten acınacak haldesiniz. Size hayatınızda sabır ve mutluluklar diliyorum.

Şinasi: Avukatçığım şimdi ben bu karıyı pencereden atsam da araba çarptı desem kaç yıl yatarım.

Avukat: Epey yatarsın.

Şinasi: Ya böyle giderse ben çok layt olacağım. Veya o ev ikimize de dar geliyor. Neyse ben karıcığımı fazla bekletmeyeyim. Ne diyelim etme bulma dünyası!


                                                                                                               (PERDE)

                                                                                               YAZAN: Mevlüt DİKMEN  

Betimleme Nedir Kısaca

Betimleme en yalın biçimiyle sözcüklerle resim çizme işidir Varlıkların niteliklerini,bu varlıkların duyularımız üzerinde uyandırdıkları izlenimleri belirtmektir Betimleme nesnelerin, varlıkların, belirgin özelliklerini tanıtıp göz önünde canlandırmaktır Bu anlatımda okuyucunun çeşitli duyularına seslenilerek anlatılan varlıkla ilgili izlenim kazanılması amaçlanır Bu amacın gerçekleşmesi için titiz bir gözlem gerekirGözlem sırasında ayırt edici özelliklerin anlatılmasına özen gösterilir

Yazarın, gördüklerini okuyucunun gözünde canlanacak biçimde anlatmasıyla oluşan bir anlatım biçimidir Betimlemede asıl olan görselliktir Bu nedenle gözle algılanan renk ve biçim ayrıntılarına büyük yer verilir

Betimleme, yalın bir söyleşiyle sözcüklerle resim çizme sanatıdır Görme, işitme, tatma, dokunma, koklama… gibi duyu organlarımız aracılığıyla varlıkların belirleyici niteliklerini algılama, bu nitelikleri belirterek onları görünür kılmadır Betimleme, varlıkların kendilerine özgü niteliklerini sözcüklerle anlatma işidir Varlıkların, eşyaların ve olayların en belirgin özellikleriyle tanıtılıp, göz önünde canlandırılmasına yönelik bir anlatım yoludur Betimleme, bir bakıma varlıkların, nesnelerin ve olayların sözcüklerle resmini çizmektir Bu anlatım okuyucuların duygularına, hayal gücüne seslenir; yani yazar dış dünya ile, varlıklarla ilgili izlenimlerini okurlara da aktarmak ister Bunun için de bilinçli, titiz bir gözlem yoluyla ayrıntı seçer Seçtiği ayrıntıları imge (hayal) oluşturacak biçimde düzenler

Ayrıntılar genelden özele ya da özelden genele doğru sıralanabilir Sözgelimi bir kentin genel görünümünü anlattıktan sonra özellik taşıyan bir yapısını (hastane, kışla, park, cami…) ele almak genelden özele doğru bir betimlemedir Bir hayvanın ilgiyi üstüne çeken gözlerinden başlayarak tüm gövdesini tanıtmak da özelden genele doğru bir betimlemedir

Gulumsemelik...fıkra


Adam barda gördüğü güzel bir bayanla konuşmanın yollarını arıyordu. Sonunda cesaretini toplayarak kıza yaklaştı ve

—Biraz konuşabilir miyiz acaba?" dedi. Kız birden haykırdı:

—Terbiyesiz! Ben senin bildiğin kızlardan değilim!"

Adam utancından yerin dibine girmişti. Herkes ona bakıyordu, gitti ve masasına oturdu.

Bir süre sonra kız ona yaklaştı, gülümseyerek,

- "Az önceki olay için özür dilerim. Ben psikoloji öğrencisiyim ve utandırıcı durumlarda insanların nasıl davrandıklarını inceliyordum." dedi. Adam avaz avaz bağırarak cevap verdi:

—Ne? Gecesi 200 dolar mı? Deli misin sen?"

Daha sonra kız'a eğilerek alçak bir sesle: ''Kusura bakma ben de sosyoloji masteri yapıyorum. Yalancıların nasıl davrandıklarını inceliyorum da...'' dedi.

Işın

Atomların yaydığı çok hızlı dalga veya tanecikler. Işık, gözle görülen ışınlar yayar; ama ışığın içinde gözün göremediği ışınlar da vardır; bunlar ya dalga boyu çok kısa olduğu için (morötesi ışınlar) ya da dalga boyu çok uzun olduğu için (kızılaltı ışınlar) gözle görülemez.

Morötesi ışınlar, derine girebilen yıkıcı ışınlardır (en tehlikelilerini atmosfer durdurur). Güneş'e çıplak gözle bakıldığında gözleri etkiler ve Güneş çarpmasına yol açar. Buna karşılık, bu ışınlar vücutta kemiklerin ve dişlerin gelişmesi için gerekli D vitamininin oluşumuna yardımcı olur. Hastahanelerde bu ışınlar besinleri sterilize etmekte kullanılır. Flüorışıl maddeler, morötesi ışınlarla birleşince çıplak gözle görülebilen ışık yayar.

Kızılaltı ışınlar, Güneş'in gönderdiği ışınların büyük bölümünü teşkil eder. Morötesi ışınların tersine, bunlar atmosferde durdurulmaz. Fotoğrafçılıkta, geceleyin veya sisli havada resim çekmek için kızılaltı ışınlara duyarlı plakalar kullanılır. Bu ışınlar, değişik oranda soğuruldukları için laboratuvarlarda kimyacılar tarafından bazı maddelerin analizinde de kullanılır.

X ışınlarını da Güneş yayar. Bunlar tehlikelidir ama hava tarafından durdurulur. Bunlardan özellikle hastalıkların tedavisinde (radyografi) yararlanılır.

Taneciklerden (elektronlar, protonlar v.b.) oluşan kozmik ışınlar, Evren'in derinliklerinden gelir. Atmosferden doğru bir çizgi halinde geçerek toprağa saplanır, 30 metre derine iner. Bu ışınların sayısı pek çoktur; her gün, 100,000'e yakın kozmik ışın vücudumuzdan geçerse de en ufak bir zarar bile vermez.

Radyoaktif ışınlar. Radyoaktif cisimlerin atomları, birkaç çeşit ışın çıkartır: alfa (?) ışınları pozitif elektrik yüklü taneciklerden, beta (ß) ışınları negatif yüklü taneciklerden oluşur; gamma (?) ışınlarıysa elektromagnetik dalgalardır.

Katot Işınları

İri bir lambanın içerisinde (katot tüpü) boşlukta hızlandırılmış elektronlardır. Bunların her biri tüpün dibine sürülmüş gazışıl sıvıya çarpınca, Küçücük bir şimşek çakar: televizyon görüntüleri işte bu ışıklı noktacıklardan meydana gelir.

Işık

Doğal ışık, Güneş'ten gelir; aydınlanma araçlarının sağladığı ışık ise yapay ışık adını alır. Işık ışınlarından söz edilir, çünkü ışık, düz çizgi halinde yayılır ve bu, karanlık bir odaya küçücük bir delikten giren Güneş ışınıyla kanıtlanabilir. Gerçekte ışık, titreşimler halindeki küçücük cisimciklerin bir bütünüdür. Hertz dalgalarıyla ve tıpta kullanılan X ışınlarıyla (radyografi) aynı niteliktedir. Ancak, dalga boylarında fark vardır: radyoelektrik dalgalar metre veya santimetre olarak ölçülürken, ışık dalgaları daha kısa, X ışınları dalgalan ise mikroskobiktir. Hepsi de eşit hızla yayılır.

Gözlerimiz ışığı görür, öteki ışınları göremez; bununla birlikte ışığın renk biçiminde beliren dalga boylarını ayırt edebilir.

Soğurma ve Yayınlama

Işık ışınları, herhangi bir yüzeye düşünce, kısmen soğurulur, kısmen de her yöne geri gönderilir, yani yayınır. Eşyanın rengi, yaydıkları ışığa bağlıdır. Sözgelimi, bir portakal, rengini, kabuğunun bütün ışık ışınlarını soğurup sadece yaydığı renkten alır. Aldığı bütün ışığı olduğu gibi yayan cisimler, beyaz görünür.

Bunun tersine, aldığı bütün ışık ışınlarım soğuran cisimler de vardır. Kuramsal olarak bunların hiç görünmemesi gerekirdi, ama gerçekte görünür. Çünkü soğurma hiç bir zaman tam olmaz ve cisimler kendilerini çevreleyen renkli bölgeden ayırt edilir. Bunlara siyah cisimler denir.

Nihayet, âdi cam veya su gibi bazı cisimler de renksiz görünür ve bunlara saydam denir, çünkü ışığı soğurmadan da, yaymadan da içlerinden geçirir. Bu cisimler arasında bazıları ışık ışınlarını saptırabilir: bu da, optikte çok yararlanılan kırılma olayıdır.

Fosforışı ve Flüorışı

Bazı maddeler göze görünmeyebilen ışınları (sözgelimi X ışınlarını) aldıkları zaman, ışık saçma özelliğine sahiptir. Bu olaya flüorışı denir.

Fosforışı ise bir bakıma, uyarıcı ışınların yok olmasından sonra da süren bir flüorışı olayıdır. Böylece karanlıkta, ateşböcekleri ve bazı mikroskobik deniz hayvanları fosforışı yoluyla ışık saçarlar.

Morötesi ve Kızılötesi

Işıktan söz ettiğimiz zaman ancak gözlerimizin duyarlı olduğu renkleri, yani gökkuşağının renklerini düşünürüz. Ama görülebilen ışık dalgalarından daha uzun (kızılötesi) ve daha kısa (morötesi) dalgalar da vardır. Bu ışınlar da ışık adına hak kazanmıştır. Güneş önemli bir morötesi ışık kaynağıdır. Dünya atmosferi kendisine ulaşan morötesi ve kızılötesi ışınların çoğunu yutar; atmosferden geçmeyi başaran ışınlar bize Güneş yanığı rengini verir veya Güneş çarpmasına yol açar. Kızılötesi ışınlara gelince, bunlar ısı ışınlarıdır. Morötesi ışınlar gibi, bulutlar tarafından durdurulmaz ve gök bulutlu olduğu zaman bile Dünya, Güneş'in ısısını alabilir.

Morötesi

Morötesi ışınlar tıpta birçok hastalığın tedavisinde (özellikle raşitizm-kemik hastalığı), küçük dozlarda kullanılır, çünkü organizmanın bazı dokularının gelişimi ve onarımı için mutlaka gerekli olan kimyasal tepkileri kolaylaştırır. Yüksek dozda verilecek olurlarsa güçlü mikrop öldürücüleridir; laboratuvarlarda âletler çok zaman morötesi lambalarla sterilize hale getirilir.

Kızılötesi

Kızılötesine duyarlı levhalar ya da filimler kullanarak karanlıkta veya sis içindeki eşyanın fotoğrafı çekilebilir. Birçok yapay uydu (özellikle meteoroloji uyduları) kızılötesi bulucularla donatıldıklarından, gündüzde, gecede Dünya'nın fotoğrafını çekebilirler.

Mucize Denecek Bir Hız

Işık, akıl almaz bir hızla yayınır: bir saniyede 300,000 kilometre yol alır, yani Dünya'nın çevresini 7,5 defa dolaşır. Böylece Ay'a gidiş-geliş yolunu 2,5 saniyede alabilir.

20 Nisan 2013 Cumartesi

Erime-Donma-Buharlaşma-Yoğuşma Isısı

Erime ısısı: Erime sıcaklığına ulaşmış 1 gram saf katı maddenin tamamen erimesi için gerekli ısı miktarına erime ısısı denir. Hal değiştiren bir maddenin aldığı ısı enerjisi, maddenin tanecikleri arasındaki mesafeyi artırarak moleküller arasındaki çekim kuvvetinin azalmasını sağlar. Her maddenin tanecikleri arasındaki çekim kuvveti aynı değildir. Bu nedenle çekim kuvvetinin zayıflatılması için maddelere verilmesi gereken ısı miktarları da aynı olmayacaktır. Yani her maddenin erime ısısı birbirinden farklıdır. Bu nedenle erime ısısı maddeler için ayırt edici bir özelliktir.

* Erime ısısı Le ile gösterilir. Birimi J/g’dır.

* Erime ısısı sadece erime sıcaklığındaki maddeler için söz konusudur. Örneğin buzun erime ısısı 334,4 J/g’dır. Bu ısı -20 ºC’deki bir buza verildiğinde buzun sıcaklığı artar ama buz erimez. Ancak aynı ise 0 ºC’deki buza verildiğinde buzun sıcaklığı artmaz ama erir. Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: Hal değiştiren bir maddenin sıcaklığı sabit kalır. Çünkü bu sırada maddeye verilen ısı, maddenin taneciklerinin birbirinden uzaklaştırılması için kullanılır.

* Bir miktar maddenin erimesi için gerekli ısıyı şu bağıntı ile hesaplayabiliriz:

Q= m x Le

Q= Erime için gerekli ısı enerjisi m =kütle Le =erime ısısı

Soru 1: Erime sıcaklığındaki 0,5 g kurşunu tamamen eritmek için gerekli ısı miktarı ne kadardır?(Kurşun Le= 22,5 J/g)

Soru 2: Erime sıcaklığındaki 5 g demiri tamamen sıvı hale getirmek için gereken ısı miktarı nedir?(Demir Le: 117,4 J/g)

Donma ısısı: Donma sıcaklığında bulunan 1 gram saf sıvı maddenin tamamen katı hale geçmesi için gerekli ısı miktarına donma ısısı denir Bir maddenin katı halden sıvı hale geçmesi için ısı alması gerekir. Sıvı halden katı hale geçen madde ise çevresine ısı verir. Donan maddenin çevresine verdiği ısı miktarı, erirken aldığı ısı miktarına eşittir. Yani bir maddenin donma ve erime ısıları birbirine eşittir. Ld şeklinde gösterilir. (Bir madde için Le = Ld)

Not: Farklı maddelerin erime ve donma ısıları birbirlerinden farklıdır. (örn: suyun erime ve donma ısısı birbirine eşittir ancak demir ve suyun erime(donma) ısıları birbirinden farklıdır.)

* Bir miktar maddenin donması için gerekli ısıyı şu bağıntı ile hesaplayabiliriz:

Q= m x Ld

Ld= donma ısısı



Soru 3: Donma ısısı 200 J/g olan bir maddenin X g miktarının donması için verilmesi gereken enerji 12.540.000 j ise X kaç g’dır?

Bazı Maddelere Ait Erime-Donma Isısı Değerleri

Buharlaşma ısısı: Kaynama sıcaklığındaki 1 gram saf sıvıyı aynı sıcaklıktaki 1 gram buhar haline getirmek için gerekli

ısıdır. Lb ile gösterilir Sıvı halde bulunan bir maddenin gaz haline geçmesi olayına buharlaşma denir. Buharlaşma olayının gerçekleşmesi için maddenin ısıya ihtiyaç vardır. Maddenin aldığı bu ısı, tanecikler arasındaki bağların yok olacak kadar zayıflamasına neden olur ve tanecikler birbirinden bağımsız hale gelir. Bu sırada maddenin sıcaklığı değişmez. Sıvı buharlaşırken çevresinden ısı aldığı için ve çevresini soğutur.

Q = m x Lb .

Yoğunlaşma ısısı:Gaz halindeki maddenin sıvı hale geçmesine yoğunlaşma denir. Kaynama sıcaklığında ve gaz halinde bulunan 1 gram maddenin, aynı sıcaklıkta tamamen sıvı hale geçerken çevresine verdiği ısıya yoğunlaşma ısısı denir. Ly ile gösterilir.

Q = m x Ly



Not. Sıvılar buharlaşırken aldıkları ısıyı yoğunlaşırken geri verirler. Kaynama sıcaklığındaki buhar yoğunlaşma ısısı kadar ısı kaybettiğinde sıvı haline geçer. Bu yüzden buharlaşma ısısı yoğunlaşma ısısına eşittir. Bir madde için Lb = Ly

Buharlaşma ve yoğunlaşma ısıları maddeler için ayırt edici özelliktir

Bazı Maddelere Ait Buharlaşma - Yoğunlaşma Isısı Değerleri

Soru 4: Kaynama sıcaklığında bulunan 100 g suyun yine aynı sıcaklıkta su buharı haline gelmesi için gereken ısı miktarı nedir? (Ly= 2257 J/g)

Hal Değiştiren Saf Olmayan Maddeler (Karışımlar)

* Saf bir maddeye eklenen farklı cins madde, saf maddenin kaynama noktasını yükseltir.

* Saf bir maddeye eklenen farklı cins madde, saf maddenin donma sıcaklığını düşürür.

* Saf olmayan maddelerin belirli erime-donma-buharlaşma-yoğunlaşma noktaları (sıcaklıkları) yoktur. Hal değiştirme sırasında bu tür maddelerin sıcaklıkları sürekli değişkendir.

Topluma Hizmet Uygulaması Kitap Toplama Araştırma İnceleme Raporu



Adı Soyadı :Gülnur DERİCİ
Rehber Öğretmen Derya KANYILMAZ
Etkinlik Adı :Kitap Toplama
Etkinlik Tarihi :19 mart-23 Mart 12
Etkinlik Türü :Gurup etkinliği

GERÇEKLEŞTİRİLECEK ETKİNLİĞİN TOPLUMSAL YARARI
Kitap Nedir?
Bir ya da birkaç konuya dair eli yazılmış ya da matbaada basılmış sahifelerden ibaret yaprakların, bir arada birleştirilmesi ile meydana getirilen, okumaya mahsus ciltli ya da ciltsiz eser.

Kitap, bugünkü şeklini alıncaya kadar çeşitli şekiller ve safhalar geçirmiştir.
Yazının icadıyla başlayan tarih devirlerinde insanlar yazıyı levha halindeki çamur tabakaları veya balmumu sürülmüş levhalar üzerine yazar veya ucu ince demir kalemlerle tahtaya veya taşa oyarlardı.
Asurlular, Sümerler, Hititler çamur levhalar üzerine çizgi halinde yazılan yazdıkları levhaları fırında pişirmek suretiyle sertleştirerek saklarlardı (Bunlara tablet deriz).
Bunlar henüz kitap denecek şeyler değildi. Gerçi binlerce tabletten müteşekkil kütüphaneler vardı; fakat bunlar ayrı ayrı sahifeler halinde tabletlerden ibaretti.
Mısır`da ise en eski zamanlardan beri papirüs denilen bir çeşit bitkinin düz olan yaprakları üzerine yazı yazılırdı. Bu yapraklar şerid hâlinde kesilip ıslatılır ve nişastaya batırılıp birkaç kat olarak tokmakla düz bir yerde dövülmek suretiyle kâğıt gibi sahifeler elde edilirdi.
Yazı yazılan papirüs yapraklarının bir kenarına bir tahta çubuk geçirilip ve bu çubuk sağ el ile tutulup çevrilmek suretiyle yaprak açılarak üzerindeki yazı okundukça sol el ile diğer ucu kıvrılmak suretiyle toplanırdı.
Bergamada da deri üstüne yazı yazılır ve bu deriler yan yana konarak kenarlarından bağlanırdı. İmparator Augustus zamanından beri deri yapraklı kitaplar bugünkü kitap şeklini aldı. Bu , suretle iki şekil kitap vücuda gelmişti ki bunun biri tomar şeklinde, diğeri katlama yapraklı idi.
İşte bugünkü kitap şekli bu son katlamalı derilerden doğmuştur. Hıristiyanlığın başlangıcında dine ait kitaplar hep deri üstüne yazılıyordu.
Orta Asya`da ve Çin`de de deri üstüne yazılmış kitaplar yapılıyordu. Çin de paçavradan kâğıt yapmak icat olununca papirüs ve deri yerine bu kâğıtlar kullanılmağa başlandı. El yazması olan kitaplar istihsal suretiyle teksir ediliyordu. Tahta levhalar üzerine ters ve kabartma olarak kazılan yazılarla basma usulünü takip eden harflerle baskı usulü icat olunduktan sonra kitap büyük bir gelişmeye uğradı. Böylece basılanlar elle yazılan kitaplardan daha ucuza mal olduğu gibi aslına da daha sadık bir şekilde basılmağa başlandı. Önceleri bu kitapların resimleri el yazmalarında olduğu gibi minyatürler ve çizgilerle yapılırdı. Fakat 1461 den itibaren Ramberg`de Pfister tarafından tahta üzerine kazılan resimlerle basılmaya başlandı.
1440 tarihinde, ayrı ayrı harfleri yan yana getirmek suretiyle sahife teşkil usulünü bulan Johan Gutenberg kitap basma sanatına yeni bir inkişaf vermiştir.
Durer gibi meşhur kazı ressamlarının kazdıkları klişelerden de resimler basılıyordu. XV. yüzyıldan itibaren kitaplarda kazma resim ancak harita, tıp ve biyolojiye ait resimler gibi açıklayıcı resimler için kullanılıyordu. Kitaplara basılan renkli resimler ise XVIII. inci yüzyılın sonlarında başladı. İngiltere`de kesme kalıplarla boyama usulü tatbik olunmak suretiyle ucuz boyalı resimler basıldı. 1796 da taş üstüne mürekkeple yazı yazılarak basma usulü yeni litografya icat olunmuştu. Bu suretle de kitaplar basılıyor ve boyuna bu usul ile yani litografya usulüyle resimler yapılıyordu. Fotoğrafla yapılan klişeler de kitapları resim cihetinden çok zenginleştirdi. XIX uncu yüzyılın sonlarında stereotipinin tatbiki ve yeni baskı usulleri ve makinelerinin icadıyla kitap her keseye elverişli bir hale geldiği gibi güzellik ve baskı itibariyle de büyük bir gelişmeye uğradı.
Türkiye`de de matbaanın tatbikatından önce kitaplar ya deri veya Hint de ve Türkistan`da yapılan deriye benzer kâğıtlar üzerine yazılıyordu.
Türklerin istanbul`u fethettikleri zaman Avrupa`da ayrı ayrı harfleri yanyana getirmek suretiyle bitaplar basılıyordu.
Fakat Türkiye`de matbaanın uygulama yılı olan 1729 a kadar kitaplar el ile yazılmakta devam etti. O zamanları Paris`te sefir olan Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi`nin Avrupa`daki fikir ilerlemelerinin başlıca sebeplerinden biri, halkın her türlü ilim ve fen kitaplarından istifade etmesi olduğu hakkında verdiği bilgiler Nevşehir`li İbrahim Paşayi ilgilendirmişti.
Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendinin oğlu Said Mehmed Efendi Paris`te babasıyla beraber bulunduğu sırada matbaalar hakkında bir fikir edinmişti. İstanbul`da İbrahim Müteferrika isminde lisan bilir ve matbaacılıktan anlar bir zat ile birleşerek İbrahim Paşa`nın da muvafakatini almak suretiyle bir matbaa açmağa teşebbüs etti.
Fakat bu teşebbüse karşı cahil softaların ayaklanmasından çekinen İbrahim Paşa o zamanın şeyhülislâmından bir fetva almak suretiyle bu işi halletti. Bu fetva, ancak lügat kitabı gibi şeylerin basılması hakkında idi. 1729 senesinde açılan bir matbaada bazı faydalı kitaplar basıldı. Fakat biraz sonra softalar halkı ayaklandırarak saraya hücum ettiler ve İbrahim Paşayı katlettiler. Matbaa da kapandı. Bir müddet sonra isyan bastırılınca matbaa tekrar açıldı. Matbaanın ilk bastığı kitap Vankulu adındaki sözlüktür.
Türkiye`de 1831 yılında Mehmet Hüsrev Paşanın himayesiyle Jacqes Ca-illol tarafından tatbik olunan taş basma usulünde de bir çok askerî ve talim kitapları ve haritalar basılmıştır.
Atatürk`ün harf devrimine kadar Türkçe kitaplar eski Türk harflerinin Lâtin harfleri gibi punto üzerine dökülmüş ayrı ayrı şekillerinin tertibi suretiyle basılmakta idi.
Lâtin harflerinin kabulünden sonra ise kitaplar bütün Lâtin harfi kullanan memleketlerdeki gibi soldan sağa yazılmak ve sabiteler de bu şekilde rakamlanmak üzere batı medeniyeti kitaplarının şeklini aldı.
Okumak Nedir?

Okumak, bir insan için en kolay ve en etkili öğrenme yoludur. Zira, insan okuma vasıtasıyla bilgilerin % 60'ını edinir, öğrenir, aklında tutar. Okuma alışkanlığı gelişmiş ve bu vasıtasyla bilgi ve kültür seviyesi ileri toplumların elde ettiği avantajlar ve dünyada edindiği konum herkesin gözü önündedir. Bununla birlikte, okuma alışkanlığı edin(e)memiş toplumların da konumu yine herkesin gözü önündedir.

Peki, kitap okumak demek sadece bilgi edinmek midir ya da diğer bir deyişle kitap sadece bilgi edinmek için mi okunur? Bunun cevabı kuşkusuz hayır olacaktır. Kitap okumak her şeyden önce kişinin düşünce gücünü artıracak, düşünce ufkunu genişletecek, görüş açısını genişletecek, bilgi ve kültürünü artıracak, olayları inceleme ve sorgulama yeteneği kazandıracak, kendine güvenini artıracak ve hayal gücü kazandıracaktır. Tabiî, insan ilişkilerini güçlendirme, zengin kelime dağarcığı ile daha kaliteli ve etkili konuşma yapma, kişiye sosyal bir karakter kazandırma, kişinin toplumsal statüsünü artırma ve toplum içinde etkin bir kişiliğe sahip olma gibi katkıları da cabası.


Aslında bir kişinin kitap okuması, o kişinin sadece kendisine fayda sağlamaz. Kişinin okuması, onu daha fazla okumaya sevk edecek, topluma daha faydalı işler yapma ve topluma ışık tutma, onu aydınlatma gibi çalışmalara sevk edecektir. Bu da topluma fayda olarak dönecektir kuşkusuz.

Tarihe baktığımızda, tarih boyunca kitapların kişiler ve toplumlar üzerinde etkisi olmuş, kişilerin hayatlarını değiştirmiş, topluma yön vermiştir. Bu yüzdendir ki şu sözü duyarız: "Bir kitap okudum hayatım değişti!"

Kitapların kişilerin, toplumların hayatına etkisi esprili bir şekilde eleştirilebilir ama baktığımızda hep kitaplar etkili olmuştur toplum üzerinde. Kuran-ı Kerim ve İncil'in dünya toplumlarına ve dünya tarihine etkisi yadsınamaz, ki toplumlara en çok etki eden şey bu iki kitap olmuştur. Dünya siyasetine yön veren de yine kitaplar olmuştur. Kendilerini görmediği, hatta ölümlerinden onlarca yıl sonra doğan insanlar bile önemli siyaset ve fikir adamlarının yazdıklarından etkilenmektedir. Lenin'in yazdıklarından etkilenip solcu olanlar buna örnek teşkil edecektir ya da Said-i Nursi'nin yazdıklarından etkilenip Nurcu olanlar diğer yönden siyasi bir örnek olarak karşımıza çıkacaktır. Son dönemde ise Oktay Sinanoğlu'nun kitapları, özellikle gençlik üzerinde etki yapmış, önemli bir kesimin dünyaya bakışını değiştirmiştir...

Büyük İnsanlar Kitap Okuyan İnsanlardır

Herşeye rağmen şunu unutmayalım: Büyük insanlar kitap okuyan insanlardır... Siyasî anlamda, düşünsel anlamda, bilimsel anlamda ya da edebî anlamda dünyaya yön veren insanlar okuyan insanlardır. Çünkü kitaplar tarihten günümüze gelen bir ışıktır, yapılan çalışmalar okunan kitaplardan etkilenilerek yapılmış, kitaplardaki bilgiler vasıtasıyla üzerilerine yeni bilgiler eklenmiştir...

Siyasî anlamda baktığımızda ise Atamız Mustafa Kemal Atatürk buna örnektir. Kendisi, daima cebinde olan 2 kuruştan birini kitaplara harcadığını belirtmiştir ve bu yüzdendir ki kendisi "Atatürk olmuştur". Cepheye kitaplar getirttiği ve cephede kitaplar okuduğu ise malumumuzdur. Bu yüzdendir ki kendisinin hayal gücü gelişmiş, inceleme ve sezgi gücü gelişmiş, analiz ve sorgulama gücü ggelişmiş ve cephede hiçbir savaşı kaybetmemiş, siyaseten ise başarılı bir devlet adamı olmuş, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olarak dünyaya adını altın harflerle yazdırmıştır.



Okur Yazar Durumumuz Nedir?

Toplumların gelişmişlik düzeyi bir çok ölçüte bağlı olarak değerlendirilmektedir.
Toplam nüfus başına karşılaştırma yapıldığı zaman İngiltere, Almanya ve Türkiye nüfus
olarak birbirlerine yakın sayılır. Ancak söz konusu ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, insani
kalkınmışlık ölçütleri endeksine göre karşılaştırdığında Türkiye'nin önemli derecede ayrıştığı görülmektedir. Bunlardan bir tanesi de tükettiği kağıt miktarı özelde de okunan kitap sayısıdır. Bu konuda sık sık sorulur, biz kitap okuma yönünden dünyada neredeyiz diye. Veya ne kadar okuyoruz. Ancak mevcut verilere ülkemizin kitap ve kütüphane ile
karşılaştırıldığında başta Batı Ülkeleri ile aramızda 10 kat farkın olduğu görülmektedir.

Türkiye 2003 tarihi itibarı ile 1 milli kütüphane ve toplam 1 141 281 kitap, 1. 350
halk kütüphanesi 12 684 084 kitap ve 221 üniversite kütüphanesinde toplam 6 449 641 kitabın olduğu resmi olarak istatistik kurumunca belirtilmiştir.

Sayın Temizel bir diğer ölçüt olan bandrol sayısının okunan kitap sayısını yeterince
yansıtmadığını düşünerek güvenli olmadığını belirterek yine UNESCO ödünç kitap servisinin verileri ile karşılaştırıyor. Ayrıca çok önemli bir gösterge olabilecek korsan kitap sayısının mevcut durumda Türkiye’nin okur bir ülke olması için mevcut verilerin dört katı olmasının da mümkün olmayacağını düşünüyor.
Türkiye'de Okuma Alışkanlığı Düzeyimiz Nedir?

4 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kitap Okuma Tutkusu” adlı yazı İ.Gürşen
Kafkas tarafından kaleme alınmış önemli bir yazı. Yazı özellikle “bitkisel belleğimizin
tapınağı olan kütüphaneler” ile kitap okuma kütüphanelere verilen önemi işlemektedir.
Bilincimizin gelişmesini, kültürel alt yapımızın zenginleşmesi ve sanatsal bakış
zenginliğimizi kavratılmasında önemli rolü olan kitap “genç kuşağı yönlendiren ve geleceğe hazırlayan önemli bir seçenektir” diyor Kafkas. Kafkas'ın belirttiğine göre girmeye çalıştığımız AB ülkelerinde 7.500 kişiye bir kütüphane düşerken bizde 51 bin kişiye bir kütüphane düşüyor. Pekala buna rağmen okuyor muyuz? Japonların bir karşılaştırmasına göre kişi başına yılda 4 kitaptan az ise okunmuyor, 4-10 az okunuyor, 10-20 okunuyor, 20 kitabın üzerinde kitap okuyan bir kişi çok okuyor sınıfına alınmaktadır. Deniz Kavukçuoğlu 29 Ekim 2006 tarihli Pano köşesinde Japonya’da bir yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken, Türkiye’de ise 23 milyon 500 bin kitap basılarak nerdeyse Japonya'da bir günde basılan kitap sayısı kadar kitap bizde bir yılda basılan kitap sayısına eşittir. Kalkınmış ülkelerde kişi başına 7-8 kitap düşerken, Türkiye’de kitaptan söz edilememektedir. İstatistikler Türkiye’de her yüz kişiden 4-5’i kitap okuyor. Yine Japonya’da bir kişi yılda 25 kitap okurken, bizde 6 kişi yılda bir kitap okuyormuş. Kitap okuma sayısı kütüphane sayısı kıraathane sayısı ile karşılaştırıldığı zaman çok çok gerilerde olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Ovidus “gençliği kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır” diyor.

Ülkemizdeki okuma oranı ile ilgili bir diğer açıklama Tınaz Titiz tarafından verildi,
toplumun düzenli kitap okuma oranı %0.1, kitap toplum yaşamında 235 sırada, toplumun
%75’i kitap okumuyor, % 40 hiç kütüphaneye gitmemiş. Kütüphaneye gidenlerin önemli bir kısmı da okul kitabı veya ders kitabı için gitmiştir. Pekala bu denli önemli etkisi olanve insanın zenginliği olan kitap okuma alışkanlığıneden oluşmuyor. Nedeni yalnızca kitapların pahalı olması mı? Yoksa popüler kültür olarak topluma benimsetilen kültürsüzlük mü aşılanmaktadır? Kafkas’ın belirttiğine göre İTO’nun araştırmasına göre ülkemizde halkın satın alma sıralamasında kitap satın alma 116 sırada geliyor.

Üniversite Kütüphaneleri Güçlendirilmelidir

Üniversiteler sorumlulukları gereği yeni bilgi üretimini gerçekleştirmek ve bunu
aktarmak zorundadırlar. Üretilen bilginin başta eğittikleri öğrencileri olmak üzere geniş
kitlelere ulaştırılması için yayın yapmaları ve yaymaları en önemli ev ödevlerinin başında
gelmelidir.
Bilgi çağının yine gereği olarak bilginin her ortamda iletişim kolaylığı sağlamamsı
nedeniyle kütüphanelerin son yıllarda daha az ilgi gördüğü anlaşılmaktadır. Ancak artan bilgi kullanım yoğunluğu kütüphanelerin öneminin artırması gerektiği düşüncesi de oluşmaktadır. Çağımızın bilgi okuryazarlığı becerilerinin kazandırılmasında bu bakımdan kütüphanelerin önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Bunun bilincinde olan gelişmiş ülkeler kütüphanelere ayrı bir önem vermişlerdir. Başta üniversite kütüphaneleri üniversite bütçelerinin önemli bir dilimini oluşturmaktadırlar. Kütüphane ve dokümantasyon merkezlerinin varlık gerekçesi, okuyucuya ve araştırıcıya bilgi kaynağı ve bilgiye iletişim olanağı sağlamaktır. Üniversite kütüphaneleri temel özelliği araştırıcıya dokümantasyon sağlamasıdır. Kütüphanenin sağladığı yoğun bilgi ile okuyucun başarısı arasında sıkı ilişki olduğu bilinmektedir.

Üniversite kütüphanelerinin kitap sayısı, süreli yayın sayısı ve diğer olanakları
bakımından gelişmiş batı üniversiteleri ile kıyaslanamayacak düzeyde düşük sayılara sahipti. Batıda istenilen bir çok kaynak anında okuyucuya ulaştırıldığı için üniversitelerin
zamanlarının önemli bir kısmı kütüphanede geçerken, bizde hayatında kütüphaneye
uğramamış hocaların olduğunu kütüphane kayıtlarından anlıyoruz. Tüm dünyada başarılı bir üniversite ancak kullanıcı dostu bir kütüphanecilik hizmetinin veriliyor olmasına
bağlıdır. Türkiye’deki üniversite kütüphanelerinin bir kısmı halen araştırma kütüphanesi
niteliğini kazanmaktan çok uzak olduğu bilinmektedir. Türkiye’de üniversitelerdeki öğretimin kalitesini geliştirmek için kütüphanelerin koleksiyonlarını ve verilen kütüphanecilik hizmetlerinin kalitesini geliştirmek gerekmektedir. Bunun için de uzman kadrolara gereksinme vardır.

Biz Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Okulöncesi Öğretmenliği Lisans Programı öğrencileri olarak böyle bir toplumsal faaliyete “Topluma Hizmet uygulamaları”dersi kapsamında öncülük etmek istedik.Ek-1 de verdiğim dilekçe ile söz konusu geçen okuldan izin larak ilerleyen günlerde faaliyetimizi gerçekleştireceğiz.



Yararlanılan kaynaklar:
http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/ibr...itap_okuru.pdf, http://www.msxlabs.org/forum/soru-ce...#ixzz1q43DZP9s,
http://nedirkimdir.org/kitap-nedir/


EK-1


YUNAK-YUKARIPİRİBEYLİ İLKÖĞRETİM OKULU MÜDÜRLÜĞÜNE

Anadolu üniversitesi Açıköğretim fakültesi okulöncesi öğretmenliği lisana programı 4.sınıf öğrencileri Gülnur DERİCİ ve Ayşe AYDOĞAN olarak Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında “Kitap Toplama Etkinliği”nden topladığımız materyalleri okulunuz anasınıfına hediye etmek istiyoruz.
Gereğini bilgilerinize arz ederiz.


27 Mart 2013 Çarşamba

Ataturk’s life


Ataturk’s life

Mustafa Kemal Atatürk (1881 – 1938) was the founder and the first President of the Republic of Turkey. Mustafa Kemal was born in 1881 in Salonika (Thessaloniki, today in Greece, then under the Ottoman rule). His father’s name was Ali Riza Efendi. His father was customs official.
His mother’s name was Zübeyde Hanim. For his primary education, he went to the school of Semsi Efendi in Salonika. But Mustafa lost his father at an early age, he had to leave school. Mustafa and his mother went to live with his uncle in the countryside. His mother brought him up. Life continued like this for a time. Mustafa worked on the farm but his mother began to worry about his lack of schooling. It was finally decided that he should live with his mother’s sister in Salonika.
He entered the Military Middle School in Salonika. In 1895, after finishing the Military Middle School, Mustafa Kemal entered the Military High School (Askeri Idadisi) in Manastir.
After successfully completing his studies at the Manastir Military School, Mustafa Kemal went to Istanbul and on the 13th of March 1899 he entered the infantry class of the Military Academy (Harbiye Harp Okulu). After finishing the Military Academy, Mustafa Kemal went on to the General Staff College in 1902. He was graduated from the Academy with the rank of captain on the 11th of January, 1905.
In 1906, he was sent to Damascus (Sam). Mustafa Kemal and his friends founded a society which they called “Vatan ve Hürriyet” (Fatherland and Freedom) in Damascus. On his own initiative, he went to Tripoli during the war with Italy in 1911 and took part in the defense of Derne and Tobruk. While he was still in Libya, the Balkan War broke out. He served in the Balkan War as a successful Commander (1912-1914). At the end of the Balkan War, Mustafa Kemal was appointed military attaché in Sofia.
When Mustafa Kemal was in Sofia, the First World War broke out. He was made Commander of the Anafartalar Group on 8th of August, 1915. In the First World War he was in command of the Turkish forces at Anafartalar at a critical moment. This was when the Allied landings in the Dardanelles (Canakkale Bogazi) took place and he personally saved the situation in Gallipoli. During the battle, Mustafa Kemal was hit by shrapnel above the heart, but a watch in his breast pocket saved his life. Mustafa Kemal explained his state of mind as he accepted this great responsibility: “Indeed, it was not easy to shoulder such responsibility, but as I had decided not to live to see my country’s destruction, I accepted it proudly”. He then served in the Caucasus and in Syria and just before the armistice in 1918 he was placed in command of the Lightning Army group in Syria. After the armistice (peace agreement), he returned to Istanbul.
After the Armistice of Montreux, the countries that had signed the agreement did not consider it necessary to abide by its terms. Under various pretexts the navies and the armies of the Entente (France, Britain and Italy) were in Istanbul, while the province of Adana had been occupied by the French, and Urfa and Maras by the British. There were Italian soldiers in Antalya and Konya, and British soldiers in Merzifon and Samsun. There were foreign officers, officials and agents almost everywhere in the country.
On the 15th of May 1919 the Greek Army landed in Izmir with the agreement of the Entente. Under difficult conditions, Mustafa Kemal decided to go to Anatolia. On 16th of May 1919, he left Istanbul in a small boat called the “Bandirma”. Mustafa Kemal was warned that his enemies had planned to sink his ship on the way out, but he was not afraid and on Monday19th May 1919, he arrived in Samsun and set foot on Anatolian soil. That date marks the beginning of the Turkish War of Independence. It is also the date that Mustafa Kemal later chose as his own birthday. A wave of national resistance arose in Anatolia. A movement had already begun in Erzurum in the east and Mustafa Kemal quickly placed himself at the head of the whole organization. The congresses in Erzurum and Sivas in the Summer of 1919 declared the national aims by a national pact.
When the foreign armies occupied Istanbul, on 23rd of April 1920 Mustafa Kemal opened the Turkish Grand National Assembly and hence established a provisional new government, the centre of which was to be Ankara. On the same day Mustafa Kemal was elected President of the Grand National Assembly. The Greeks, profiting by the rebellion of Cerkez Ethem and acting in collaboration with him, started to advance towards Bursa and Eskisehir. On the 10th of January 1921, the enemy forces were heavily defeated by the Commander of the Western Front, colonel Ismet and his troops. On the 10th of July 1921, the Greeks launched a frontal attack with five divisions on Sakarya. After the great battle of Sakarya, which continued without interruption from the 23rd of August to the 13th of September, the Greek Army was defeated and had to retreat. After the battle, the Grand National Assembly gave Mustafa Kemal the titles of Ghazi and Marshal. Mustafa Kemal decided to drive the enemies out of his country and he gave the order that the attack should be launched on the morning of the 26th of August 1922. The bulk of the enemy forces were surrounded and killed or captured on the 30th of August at Dumlupinar.
The enemy Commander-in-Chief, General Trikupis, was captured. Or the 9th of September 1922 the fleeing enemy forces were driven into the sea near Izmir. The Turkish forces, under the extraordinary military skills of Kemal Atatürk, fought a War of Independence against the occupying Allied powers and won victories on every front all over the country.
On the 24th of July 1923, with the signing of the Treaty of Lausanne, the independence of the new Turkish State was recognized by all countries. Mustafa Kemal built up a new, sturdy, vigorous state. On the 29th of October 1923, he declared the new Turkish Republic. Following the declaration of the Republic he started to his radical reforms to modernize the country. Mustafa Kemal was elected the first President of the Republic of Turkey.
Atatürk made frequent tours of the country. While visiting Gemlik and Bursa, Atatürk caught a chill. He returned to Istanbul to be treated and to rest, but, unfortunately Atatürk was seriously ill. He spent his last days of life on the presidential yacht of Savarona. At 9.05 AM on the 10th of November 1938, Atatürk died, but he attained immortality in the eyes of his people. Since the moment of his death, his beloved name and memory have been engraved on the hearts of his people. As a commander he had been the victorious of many battles, as a leader he had influenced the masses, as a statesman he had led a successful administration, and as a revolutionary he had striven to alter the social, cultural, economic, political and legal structure of society at its roots. He was one of the most eminent personalities in the history of the world, history will count him among the most glorious sons of the Turkish nation and one of the greatest leaders of mankind.

EVENTS IN ATATURK’S LIFE IN CHRONOLOGICAL ORDER

1881
Mustafa born in Salonika (Thessaloniki).

1893
Mustafa enters the Military Preparatory School in Salonika and is given the second name “Kemal” by his teacher.
1895
Mustafa Kemal enters the Military High School at Manastir.
1899
Mustafa Kemal enters the infantry class of the Military Academy in Istanbul.
1902
Mustafa Kemal graduates from the Military Academy and goes on to the General Staff College.

January11,1905

Mustafa Kemal graduates from the General Staff College with the rank of Staff Captain and is posted to the Fifth Army, based in Damascus.

October1906

Mustafa Kemal and his friends from the secret society “Fatherland and Freedom” in Damascus.

September1907

Mustafa Kemal transferred to Third Army and goes to Salonika.
September13,1911
Mustafa Kemal transferred to General Staff in Istanbul.

January9,1912

Mustafa Kemal successfully leads the Tobruk offensive in Libya.

November25,1912

Mustafa Kemal appointed Director of Operations, Mediterranean Straits Special Forces.
October27,1913
Mustafa Kemal appointed Military Attaché in Sofia.

April25,1915

Allies land at Ariburnu (Gallipoli) and Mustafa Kemal stops their progress with his division.

August9,1915

Mustafa Kemal appointed Commander of Anafartalar Group.
April1,1916
Mustafa Kemal promoted to Brigadier-General.

August6-7,1916

Mustafa Kemal takes Bitlis and Mus back from the enemy.

October31,1918

Mustafa Kemal becomes Commander of Lightning Group of Armies.

April30,1919

Mustafa Kemal appointed Inspector of 9th Army based in Erzurum with wide powers.
May16,1919
Mustafa Kemal leaves Istanbul.
May19,1919
Mustafa Kemal lands in Samsun. This date was recorded as the start of War of Independence.

July8,1919

Mustafa Kemal resigns from the post of Inspector of 3rd Army and from the army.

July23,1919

Mustafa Kemal elected Chairman of Erzurum Congress.
September4,1919
Mustafa Kemal elected Chairman of Sivas Congress.

December27,1919

Mustafa Kemal arrives in Ankara with the Executive Committee.

April23,1920

Mustafa Kemal opens the Turkish Grand National Assembly in Ankara.
May11,1920
Mustafa Kemal is condemned to death by the government in Istanbul.

August5,1921

Mustafa Kemal appointed Commander-in-Chief of the Army by the Grand National Assembly.

August23,1921

The battle of Sakarya begins with Turkish troops led by Mustafa Kemal.

September19,1921

The Grand National Assembly gives Mustafa Kemal the rank of Marshal and the title Gazi.

August26,1922

Gazi Mustafa Kemal begins to lead the Great Offensive from the hill of Kocatepe.

August30,1922

Gazi Mustafa Kemal Pasha wins the battle of Dumlupinar.
September10,1922
Gazi Mustafa Kemal enters Izmir.

November1,1922

The Grand National Assembly accepts Gazi Mustafa Kemal’s proposal to abolish the Sultanate.
January14,1923
Mustafa Kemal’s mother Zübeyde Hanim dies in Izmir.

October29,1923

Proclamation of the Turkish Republic and Gazi Mustafa Kemal is elected as the first President.

August24,1924

Gazi Mustafa Kemal wears a hat for the first time at Sarayburnu in Istanbul.

August9,1928

Gazi Mustafa Kemal speaks at Sarayburnu on the new Turkish Alphabet.

April12,1931

Gazi Mustafa Kemal founds the Turkish Historical Society.

July12,1932

Gazi Mustafa Kemal founds the Turkish Linguistic Society.

June16,1934

The Grand National Assembly passes a law granting Gazi Mustafa Kemal the surname “Atatürk”.
November10,1938
Atatürk dies at 09:05 in Dolmabahce Palace, Istanbul

İletişim araçları