Oktay SİNANOĞLU
Milletimizin sevgili hocalarından Prof. Oktay Sinanoğlu’nun,
bir gün Amerika’nın da, bizim gibi taklitçilik illetine düşerse, başına neler
gelebileceğini, hayalî bir tarzda anlattığı "Bir New York Rüyası"
adlı hikâyesi. Acıklı ama dilini kaybeden bir milletin karşılaşacağı faciayı ve
felaketi kavramamıza ve dilimize sahip çıkmamıza yardımcı olacağını umuyorum.
Bir New York Rüyası
Bir yaz günü uyuyakalmışım. Kendimi, rüyamda, önceleri epey
vakit geçirmiş olduğum New York şehrinde buldum. Aradan uzun yıllar geçmiş,
2050’li yıllara gelmişiz. Broadway’den aşağı yürüyüp meşhur "Times
Meydanı"na vardım. Gözlerim aşina olduğum koskoca Amerikan sigarası,
Amerikan arabası reklamlarını arıyordu. Evet, gene o kocaman, dev bina
büyüklüğünde reklamlar vardı. Fakat hayret, gözlerime inanamayıp bir daha
baktım. Bir ulu binanın tüm yüzünü kaplamış dev levhada Türkçe olarak (!)
"Nefis Rize Çayı. İşte Hakiki Çay" yazıyor, yazının yanında lâle biçimli,
ince belli cam bardakta tavşankanı bir çay resmediliyordu. Sadece en dipte
küçücük harflerle İngilizce olarak "Drink-Real Tea" eklenmişti.
Caddede sağıma soluma bakınarak biraz daha ilerledim.
Dükkanların isimleri dikkatimi çekti. "Rahat Shoes", "Dilber
Giyim Fashions", "Sultan Ahmet Leather", "World Gezim"
gibi yarısı Türkçe, yarısı İngilizce isimler çoğunluktaydı. Bir de Türkçe
"Merkez" lâfı, iyiden iyiye İngilizce "Center" sözcüğünün
yerini almış görünüyordu. Büyük, görkemli bir binanın üstünde yanıp sönen
ışıklarla Türkçe olarak "Alışveriş Merkezi" yazılıydı. "Car
Merkezi", "Flower Merkezi", "Furniture Merkezi",
"Hair Merkezi", merkezi de merkezi, her yanda almış gidiyordu.
Az ötede bir gazete, dergi bayiine rastladım. Amerikan basın
hayatında acaba nasıl gelişmeler olmuş diye bir göz attım. Hatırladığım
Amerikan dergileri yerine yepyenileri çıkmıştı. Kağıtları daha da parlak,
renkleri daha da canlı idiler, ama garip, galiba hepsi Türk dergileri idiler,
çünkü adları Güncel, Hareket, Vurgu, Hanım Kız, Görüntü gibi Türkçe adlardı.
Birkaç tanesini karıştırdım. Yooo, bunlar, Amerikan, İngiliz dergileriydi.
Ancak içlerinde kullanılan dil çok tuhaftı. Mesela, İngilizce güzelim media
lafı dururken pek sık basın-yayın sözü geçiyordu. Bir de Türkçe seçenek lafına
anlamlı anlamsız ne çok rastlanıyordu öyle. Pek açık seçik, keskin bir sözcük
olmamakla beraber, İngilizce alternative'e ne olmuş sanki. "Anlaşılan
Amerika’da Türkçe sözcükler kullanmak moda olmuş" diye düşündüm. Acaba
niye? Yoksa kullananlara Anglo-Sakson oldukları için bir aşağılık duygusu mu
gelmişti? Nasıl olur? Daha yüz yıl önce büyük bir devlet olan Amerika’ya, onun
da kökeninde olan eski imparatorluk İngiltere’sine nasıl aşağılık duygusu
gelirdi? Belli ki bu Türkçe sözcüklerle bazı yazarlar kendilerine bir üstünlük
havası vermeye çalışıyor, bazıları da pek iyi kavramadıkları konularda,
halklarının anlamadığı yabancı Türkçe sözcükler arkasına saklanıyorlardı.
Böyle düşüncelerle dolaşıp dururken yorulmuşum. Üstünde
"Jimmy’s Kahvehanesi" yazılı, şemsiyeli masaları sokağa taşmış sakin
bir yer gördüm. Girip bir masaya oturdum. Gelen görevli Türk olduğumu öğrenince
arsız arsız sırıttı, bir iki kelime Türkçe bildiğini gösterme çabasına girişti.
Kola yokmuş, ithal malı soğuk bir Susurluk marka ayran getirdi.
Ayranımı içip dinlenirken yandaki masalar dolmaya başladı.
Pek yer kalmamıştı. Tam o sıra, genç, iyi giyinmiş, efendi görünüşlü, belli ki
onurunu yitirmemiş biri masama yaklaştı. "Affedersiniz, yer kalmamış,
buraya oturabilir miyim?" dedi. "Hay hay, buyurun" dedim.
Oturdu. Kahvesi gelirken havadan sudan konuşmaya başladık. İrlanda asıllıymış,
anası babası; kendisi okul çağındayken Amerika’ya göç etmişler, okuyup doktor
olmuş. Bilimden, tıptan sonra da edebiyattan epey sohbet ettik.
En sevdiği yazar 1970’lerde güzel sahne oyunları yazmış olan
İrlandalı Brian Friel’miş. Onun "Tercümeler" adlı bir oyunundan
bahsetti. İngilizlerin İrlanda’yı işgal ettikleri zaman yaptıklarını temsil
ediyormuş. Özellikle İrlandalıların kendi köklü, İngilizce’den çok daha eski,
zengin dilleri Gaelik’i yokedip yerine İngilizce’yi koymakla, İngilizlerin
nasıl İrlanda’yı sonsuza dek boyundurukları altında tutmak istediklerini
anlatıyormuş.
O ara lafa karıştım. "Özür dilerim ama birşey
soracağım. Buraların yabancısıyım. Gelince dikkatimi çekti. Dükkân levhaları,
dergi adları falan hep Türkçe olmuş, Amerikan dilinde birçok Türkçe sözcük
kullanılıyor. Kırk yıl önce gene gelmiştim, o zaman hiç böyle birşey yoktu. Bu
nasıl oldu? Amerika’ya ne olmuş böyle?" dedim.
Biraz durdu, yüzünü hüzünlü bir ifade kapladı. "Ah
sorma" dedi, "İrlanda’nın yüzelli yıl önce başına gelen şimdi de
Amerika’nın başına gelmeye başladı. Şu farkla ki bu sefer Türkler (Türk
olduğumu farketmemişti anlaşılan) aynı işi yaptırıyor. Biliyorsunuz, yirmi
birinci yüzyılın başlarında Bağımsız Türk Devletleri Topluluğu dünyada büyük
bir iktisadi güç oluşturdular. Kendi zengin hammadde ve neftyağı kaynaklarına
sahip çıktılar. Yetiştirdikleri çalışkan ve atılgan gençlik kendi dil, tarih ve
derin Asya kültürüne sarılıp ondan aldıkları manevi güçle bilim ve teknikte de
çok ileri gittiler. Çeşitli Asya, Orta-Doğu ve Güney Amerika ülkeleri ile sıkı
sınai, ticari ilişkiler, yeni gümrük birlikleri kurdular. Onlar zenginleştikçe
Avrupa ve Amerika gerilemeye devam etti. Biliyorsunuz, zaten daha yirminci
yüzyılın sonlarına doğru bu Batı ülkeleri iyice bunalıma girmişti. Toplum
hayatları, aile ve iş ahlakları, insan ilişkileri kalmamıştı. Zaten hep
başkalarının hammadde kaynakları ve tüketim pazarları ile ayakta duruyorlardı."
"Evet" dedim, "eğitim düzenleri ve
gençlikleri de çok bozulmuştu." Devam etti: "Türk Elleri
zenginleştikçe, haysiyetlerine sahip çıktıkça, dünyadaki itibarları arttı. Her
ülkede bol bol Türk TV dizileri, Türk filmleri seyredilmeye, her yanda avaz
avaz Türk müziği duyulmaya başlandı. Türkler Batı’dan öğrencilere burs vermeye,
kendi evrenkentlerinde okutmaya başladılar. Bunu yaparken öğrencilerin Türkçe
öğrenmesini şart koşuyorlardı." "Evet" dedim, "daha önce
Japonlar da böyle yapmıştı."
Yeni İrlandalı dostum, (adı ‘Collin’miş) önündeki Türk
kahvesinden bir yudum içti. Bir süre sustuk. "Buraya kadar iyi" dedi,
"bundan sonrası acıklı. İrlanda’nın başına gelen bu sefer Amerika’nın
başına gelmeye başladı." "Nasıl olur?" dedim, "Türkler
Amerika’yı işgal etmedi ki." "Aa" dedi, "İşte onun için
daha da tehlikelisi oldu." Merakla yüzüne baktım. Görevliden bir su
istedikten sonra anlatmaya devam etti. "Türkler önce Amerika’da azınlıklar
için bütün derslerin Türkçe olarak öğretildiği Türk okulları açtılar. Fakat az
sonra Amerikalı veliler de çocuklarını bu okullara göndermeye özendiler. Bu
pahalı Türk okullarına gidenler âdetâ ayrı bir kültüre sahip, kendilerini
imtiyazlı gören bir sınıf oluşturdular. O ara dünyada Japonca, Çince, Türkçe
gibi dillerin önemi gittikçe artmaktaydı. Alışılagelmiş Amerikan okullarında
(lise olsun, evrenkent olsun) eğitim dili İngilizce olmaya devam ediyordu.
Yabancı diller de ayrıca yabancı dil derslerinde, özel yaz kurslarında
yeterince öğretilebiliyordu. O günlerde eğitim düzeni başarılı olmaya
başlamıştı. Gene de yabancı Türk okullarına rağbet artıyor, özenti
körükleniyordu. Derken, tam kırk yıl önce en iyi bir özel Amerikan okuluna,
mali durumu tam bozulmuşken, aniden on-on beş Türk, Kazak, Kırgız öğretmen
geldi. Okulun o mâlî sıkıntısı arasında nasıl döviz bulduğunu bir-iki kişiden
başka kimse merak etmedi. Ertesi yıl okulun eğitim dili (tüm dersler) Türkçe’ye
değiştirildi. O zaman için bu çok çarpıcı bir olaydı. İlk kez bir milli
Amerikan okulu, bir yabancı Türk misyoner okuluna benzetiliyordu.
Burada, Collin’in sözünü kestim. "Ne olacak? Amerikan
çocukları Türkçe’yi böylece daha iyi öğrenmiş olur." Nerdeyse öfkelendi.
"Öyle şey olur mu? Yabancı dil öğretmenin böyle bir yöntemi yoktur. Çocuk
aynı anda zaten zor olan fiziği mi öğrensin, Türkçe’yi mi? İkisini de
öğrenemez, sadece ezberci olur. Kendi dilinde düşünemeyen, her an dolaylı da
olsa kendi dil ve kültürünün değersiz olduğu kendisine telkin edilen çocukta
kimlik, benlik, haysiyet duyguları nasıl gelişebilir?" "Doğru
diyorsunuz" dedim, "zaten birkaç sömürge hariç böyle bir eğitim
düzeni, ya da yabancı dil öğretme yöntemi hiçbir aklı başında ülkede yoktur.
Ama, öyle birkaç acayip okuldan ne çıkar? Daha pekçok olağan Amerikan okulları
var ya."
Collin âdetâ, ne kadar anlayışsız bu adam der gibi sabırsız
bir havaya bürünmeye başlıyordu. Gene de bir nefes alıp açıklamaya çalıştı.
Anlaşılan bu konu, İrlandalı geçmişi ile de bağlantılı olarak onu derinden
tedirgin ediyordu. "İş o kadarla kalmadı" dedi, "Amerikan Eğitim
Bakanlığı birkaç yıl içinde, sessiz sedasız, eğitim dili Türkçe olan yüzlerce
okul açtı. Arkasından birkaç da böyle evrenkent." "Türkler bu
ayrıcalıklı evrenkentlere özellikle yardımlar yaptılar. Sonunda gerçek Amerikan
okulları ikinci sınıf durumuna düştüler. Bu sefer onlar da, ‘bizim de eğitim
dilimiz Türkçe olsun’ demeye başladılar. İşin kötüsü bu haince kültürel
soykırım oyunu Amerika’ya oynanırken, kimseden ses çıkmıyor, herkes Amerika’da
baş gösteren iç karışıklıklardan, kısa vadeli maddi çıkarlardan başka birşey
düşünemiyordu."
"Tabii" dedim, "Bu yabancı eğitim hastalığı
hızla arttıkça Amerika’daki bilim, teknik, edebiyat seviyesi çok düşmüştür. En
kötüsü de, kendine ve kendi toplumuna güveni olmayan, herşeyi Türklere
yalvarmaktan bekleyen, temel soruları sormasını, çözüm getirmesini bilmeyen
nesillerin yetiştirilmesi olmuştur. Değil mi?"
Collin, hüznü artarak (belli ki ülkesine bağlı,
yanılmamışım, onurlu bir insandı) "Evet" dedi, "Sonuç olarak
Amerika’nın üretkenliği, üreticiliği, tabii sonra da dünyadaki itibarı kalmadı.
Yabancı, Türkçe eğitim dilli okullardan yetişenler genellikle ya gezimcilik
rehberi, ya Türk şirketlerine acente oldular. Ufak tefek iş yerleri açanlar da,
başlıca marifetleri yüzeysel bir Türkçe bilmekten ibaret olduğu için, o marifetlerini
gösterme iştiyakiyle, iş yerlerine yarı Türkçe levhalar astılar."
"Yazık" dedim, "Amerika bilime, tekniğe,
tıbba büyük katkıları bulunmuş bir ülkeydi. Bu hallere mi düşecekti?"
Verdiği izahat için kendisine teşekkür ettim. Sonra da biraz olsun, maneviyatını
tazelemek için "üzülmeyin" dedim, "sizin gibi bilinçli,
ülkesinin, insanlarının geleceğini, haysiyetini düşünen fertleri oldukça, bir
toplum yeniden yeşerir. Yılmayın, doğru bildiğiniz yolda devam edin." Bana
insancıl gözlerle baktı.
Vakit epeyi gecikmişti. Kalktım, el sıkışıp ayrıldık. Dışarı
çıktığımda sokaklar işlerinden çıkanlarla iyice dolmuştu. Caddeler, kavşaklar
beş dakikada ancak bir iki metre ilerleyebilen arabalar, simsiyah dumanlar
çıkaran kırık dökük otobüslerle tıkanmıştı. Tozdan, dumandan göz gözü
görmüyordu. Boğulacak gibi oluyor, pis havadan nefes alamıyordum. Hatırladığım
eski New York’ta da kalabalık olur, ama bu derece düzensizlik olmazdı.
Aklıma yeraltı treni geldi. Bu durumda ancak onunla bir yere
gidebilirdim. Yedinci cadde ile otuz dördüncü sokaktaki girişi aradım. Yoktu.
Eskiden olduğu köşeye yeni bir araba parkı daha yapılmıştı. Köşede, arabaların
arasından karşıya geçme fırsatı bekleyen bir genç gördüm. Bir evrenkent
öğrencisine benziyordu. Kızgın bir hali vardı. Yanaşıp yeraltı trenini sordum.
"Ne treni be" dedi, "onlar tam kırk yıl önce sökülmüş. Haberiniz
yok mu?" "Buralarda yoktum" diye mırıldandım, "yeraltından
rahatlıkla gidilir gelinirdi. Niye sökmüşler ki?" "Niye olacak"
dedi, "Şu Türklerin danışmanları ‘trenin modası geçti. Araba demokrasidir’
deyip söktürtmüşler. Tabii kendi arabaları burada daha çok satılsın diye! Şimdi
işte gördüğünüz gibi arabası olan da perişan, olmayan da." Ve yanımdan bir
hışımla uzaklaştı.
Gördüklerim, işittiklerim beni iyiden iyiye şaşırtmış, bir
hayli de üzmüştü. Kendi kendime "Allah Allah" dedim. "Bizim
millet böyle fena değildi. Tarihi boyunca gittiği yerlerde insanlık öğretmiş,
kimsenin diline, dinine, kültürüne dokunmamış, hep birbirinin gırtlağında olan
değişik kavimler arasında bile barışı sağlamıştı. Acaba ne oldu? Törelerinde
hangi etkilerle böyle köklü değişikler meydana geldi?" diye düşünürken
çırpınarak, ter içinde uyandım. "Aa, iyi ki rüya imiş" dedim.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Yorumlarınız İçin Teşekkür Ederim