JARED DIAMOND
Önsöz
MS 1500’lü yıllarda Avrupalı sömürgeciler dünyaya yayılmaya
başlarken farklı kıtalardaki halklar arasında teknoloji ve siyasal örgütlenme
bakımından büyük farklılıkların bulunduğu anlaşılmıştır. Son buzul çağının sonuna
MÖ 11.000 kadar bütün kıtalardaki bütün halklar avcılık ve toplayıcılık ile
geçiniyorlardı. MÖ 11.000 MS 1500 yılları arasında farklı anakaralardaki
farklı halklar farklı hızda gelişim göstermiştir. Avustralya ve Amerika
yerlileri avcı ve toplayıcı iken, Avrasya halklarının büyük bölümü ile Güney
Amerika ve Sahra’nın güneyinde yaşayan halklar tarım, hayvancılık, metal işleme
teknolojisi, karmaşık siyasal örgütlenme becerilerini geliştirmişlerdir.
Avrasya da yaşayan kabilelerin ekonomik ve sosyal alanı düzenleme biçimleri yazı,
bronz alet yapımı, taş yontma yöntemleri vb diğer bölgelerdeki halkalara göre
tarihsel olarak çok erken evrede gerçekleşmiştir. Bu kitap şu soruya cevap aramaktadır:
“İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızda gelişti?”
Tarihin seyrini bu hız farklılıkları tarihsel yörünge
farklılıkları oluşturur ve kitap da bu
Farklılıkların günümüze yansımalarını, bu mirasın özellikle
Avrupalı olmayan halklar arasındaki
Karşılıklı etkileşimlerini incelemeyi amaçlamaktadır. Yazar,
insan topluluklarındaki coğrafi farklılıkları inceleme amacını; belirli bir
insan topluluğunu bir başkasıyla karşılaştırıp onu göklere çıkarmak değil,
yalnızca tarihte nelerin olup bittiğini anlama çabası olarak belirtmektedir.
MS 1500 den sonraki yıllarda Avrupalı kâşifler insan
topluluklarının teknoloji ve siyasal
Örgütlenme açısından farklı oluşlarının nedenlerini,
doğuştan gelme yeteneklere bağlı olarak
Açıklamışlardır. Özellikle Darwin’den sonra bu tezin
sahipleri, teknolojik açıdan ilkel halkların
Maymunsu atalardan gelen insan soyunun kalıntıları olduğu,
sanayileşmiş toplum
Temsilcilerinin bu halkları yurtlarından kovmasını evrim
teorisinin “uy ya da yok ol” ilkesiyle
Savunmuşlardır. Daha sonraki yüzyıllarda genetik biliminin
bulguları da Avrupalıların
Afrikalılardan, Avusturya yerlilerinden daha zeki
olduklarını ileri süren tezlere dayanak olarak
Kullanılmıştır. Özellikle Avustralya bu tezin savunucuları
için iyi bir kanıt oluşturmaktadır. Aynı
Coğrafyada aynı çevre koşulları yaşayan iki halk farklı gelişim
evrelerine sahiptir. Bu bölgede
yaşayan yerli halk en az 40.000 yıldır avcı ve toplayıcı
kabileler olarak hala yaşarken, beyaz göçmenler sadece bir yüzyıl içinde
okuryazar, sanayileşmiş, demokratik, metal alet kullanan, yiyecek üretimine
dayanan bir toplum yaratmışlardır.
Ancak insan toplulukları arasındaki teknolojik
farklılıklarla paralellik gösteren zeka
farklılıklarının varlığı bilimsel olarak kanıtlanmamıştır.
Çünkü birbirleriyle karşılaştırılan halklar
arasında toplumsal çevre ve eğitim olanakları bakımından var
olan farklılıklar, teknolojik
farklılıkların zeka farklılıklarından doğduğunu sınamayı
zorlaştırmaktadır. Yani beyaz olmayan
halkların zekalarında var sayılan genetik bozukluk
saptanamamış; hatta çevrelerindeki nesneler ve insanlarla daha ilgili
oldukları, daha zeki, daha uyanık ve daha dışavurumcu oldukları tespit
edilmiştir. Uzak köylerden kentlere gelen yerliler batılılara aptal görünürken;
sık ormanlarda geçit bulmak gibi basit ! bir işi bile beceremeyen batılılar da
yerlilere aptal görünmektedir.
Geleneksel toplumlarda zeki insanların kendilerini ölüm
tehlikelerinden yiyecek bulma,
cinayet, kabile savaşları gibi koruma olasılığı topluluğun
daha az zeki olanlarına göre
Yüksektir. Oysa geleneksel Avrupa toplumlarında karşılaşılan
can kayıplarından çoğunlukla
Salgın hastalık korunma nedenlerinin zeka ile ilgili değil
vücut kimyasının genetik direnciyle
İlgisi olduğu tespit edilmiştir. Aynı şekilde yerli
toplulukların çocukları zihinsel gelişim açısından
doğa koşullarında uyarı ve etkinliklerin fazla olması
nedeniyle üstün düzeyde ortalama zihinsel
işleve sahipken; Avrupalı ve Amerikalı çocuklar ise
zamanlarının çoğunu edilgen radyo, tv faaliyetlerle geçirerek gelişmişliğin
kötü etkisine maruz kalmaktadır.
Yine de bu tespitler, Avrupalıların genetik şanssızlıklara
ve gelişmişliğin zararlarına karşın,
yerlilerden teknolojik bakımdan neden üstün olduklarını
açıklamamaktadır. Avrupalıların başka
halkları egemenlikleri altına almalarına olanak sağlayan silahlar,
bulaşıcı hastalıklar, çelik
aletler, mamul ürünler etkenler sonucu belirlememekte ve
silahların, mikropların ve çeliğin
neden Afrikalılara değil de Avrupalıların payına düştüğünü
tam açıklayamamaktadır. Genelde
ilk olma bir üstünlük taşımaktadır. O halde ilk insanın
evrimleştiği Afrika kıtası neden daha önce çeliği bulamamış, avcılık ve
toplayıcılık evresini aşamamıştır.
Dünya tarihini bu genel perspektif içinde ele alan
nedensellik ilişkilerini böyle kurgulayan bir
tarih bilimi ne yazık ki mevcut değildir. Çevre bilimci
coğrafyacılar, kültürel insan bilimciler,
bitki ve hayvanların evcilleştirilmesini inceleyen
biyologlar, bulaşıcı hastalıkların insanlık
tarihini nasıl etkilediğini inceleyen bilim adamları dünya
tarihinin bu karanlık noktalarına kısmi
cevaplar bulmuşlardır fakat büyük sentez hala
tamamlanamamıştır. Bu kitap;
İnsan atalarımızın
Afrika’dan öteki kıtalara nasıl yayıldıklarını,
Son 13.000 yıl içinde
çevresel koşulların avcı ve toplayıcı kabilelerden imparatorluklara kadar çok
çeşitli yaşam biçimlerini oluşturmadaki etkisini, ‐ Farklı kıtalardaki
halkların dramatik karşılaşmalarını, ‐ Avcılık ve yiyecek toplayıcılığından
yiyecek üretimine geçiş sürecinin bölgesel farklılıklarla ilişkisini, ‐ Bu
üretim sürecinin dünya kıtalarında yayılma hızı ve mikroplarla bağlantısını, ‐
Kalabalık nüfuslu toplumlarda görülen mikropların evrimini, ‐ Halklar
arasındaki mikrop değişiminin eşitsizliğini, ‐ Yazı ve coğrafya ilişkisini,
bugün dünya nüfusunun üçte birini oluşturan ve ekonomik gücün merkezi hale
geldiği ülkelerin nasıl biçimlendiğini, evrimsel biyoloji-jeoloji-iklimbilim
yöntemleriyle insanlık tarihinin gelişme evrelerinin anlaşılmasına dair bir
çerçeve sunmaktadır.
Tek bir cümle ile kitabın temel savı şöyle söylenebilir;
tarih farklı halklar için farklı yönde gelişti
ama bu çevresel farklardan dolayı böyle oldu biyolojik
farklılıklardan ötürü değil.
CENNETTE
Modern tarih, fetihle, dünyanın Avrupalılar tarafından
fethiyle şekillendi. Yeni Dünya’ya gelen
ve yerli nüfusun büyük bir kısmını yok eden birkaç yüz
İspanyol fatihi bu fethe öncülük etti.
Peki, başarılarının sırrı neydi?
Avrupa kökenli insanlar, o zamandan bu yana aynı şekilde,
askeri güç, ölümcül mikroplar ve gelişmiş teknolojiden oluşan bir bileşim ile
dünyaya hakim oldular. Fakat bu avantajları başlangıçta nasıl elde etmişlerdi?
Dünyada bu kadar çok eşitliksiz nasıl ortaya çıktı? Sahip olanları sahip
olmayanlardan ayıran nedir?
İşte bu soruların yanıtlarını arayan Jared Diamond’ın,
eşitsizliğin kökenlerini ortaya çıkartmak
için yürüttüğü araştırma Papua Yeni Gine’nin yağmur
ormanlarında başladı. Yeni Gine’de en
azından kırk bin yıldır insanlar yaşamakta. Kuzey ve Güney
Amerika kıtalarında olduğundan
çok daha uzun bir süre. Yeni Gineliler dünyanın kültürel
olarak en çeşitli ve uyum sağlayabilen
insanlarından biri. Peki, neden modern Amerikalılardan çok
daha fakirler? Bu soru Diamond’a, otuz
yıldan fazla bir süre önce, kumsalda karşılaştığı Yali adındaki, bir adam
tarafından sorulmuştu.
“Beyaz adamın bu kadar çok kargosu varken, neden biz Yeni Ginelilerin bu kadar az?”
Yeni Gineliler kargo kelimesini, ülkelerine ilk defa
batılılar tarafından getirilen eşyaları, tarif
etmek için kullanmışlardı. Kargo birçokları tarafından beyaz
adamın kudretinin bir kanıtı olarak
görülüyordu. Kargoya neredeyse dinsel bir saygı ile
yaklaşıyorlardı.
Yali’nin sorusu gerçekten şaşırtıcıydı. Çok basit ve açık
bir soru gibi görünüyordu. Kolay ve apaçık ortada olan, bir cevabı olmalıydı
ama Diamond’ın bu sorunun cevabının ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu.
Batılı koloniciler tipik olarak gücün ırk tarafından belirlendiğine inanıyordu.
Kendilerini yerli halktan genetik olarak, daha üstün görüyorlardı. Onlara göre,
batılıların bu kadar çok kargosu varken Yeni Ginelilerde bu kadar az olması,
doğal bir şeydi. Ancak Diamond’a göre
ırk üzerinden yapılan, bir açıklama çok anlamsızdı. Yeni Ginelilerin genetik
olarak daha az gelişmiş olmalarına inanmasını engelleyecek, gerçekten akıllı
birçok Yeni Gineli tanıyordu. Peki, bu yetenekli insanlar neden metal aletleri
icat etmedi, büyük şehirler kurmadı ya da çağdaş uygarlığa ait araçları
geliştirmediler?
Amerika, dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesi. Birçok Yeni
Gineli’nin hayal edebileceğinden
çok daha fazla kargo ile tıka basa dolu. Peki ama
neden? Yali’nin öğrenmek istediği buydu.
Nasıl oldu da dünyalarımız birbirinden bu kadar farklı hale
geldi?
Diamond, Yali’nin sorusunun başta göründüğünden çok daha
büyük ve karmaşık olduğunu fark
etti. Soru gerçekten eşitsizliğin kökenleriyle, insanlık
tarihinin kendisi kadar, eski bir meseleyle
ilgiliydi. Antik zamanlardan beri neden bazı toplumlar
diğerlerinden daha hızlı geliştiler?
Dünyanın büyük bölümünde insanlar kendilerine bir yaşam
kurma çabalarının başındayken,
Mısırlıların büyük piramitleri inşa etmelerine, olanak veren
şey neydi? Yunanlılar nasıl oldu da,
bu kadar gelişmiş bir medeniyet kurdular Romalılar Mayalar
Tüm büyük medeniyetlerin ortak bazı noktaları var; gelişmiş
teknoloji, büyük nüfus ve iyi
düzenlenmiş iş gücü. Eğer bunların nasıl ortaya çıktığını
anlaşılırsa tarihin akışı içinde bazı
toplulukların neden diğerlerinden daha hızlı geliştiği
anlaşılabilir. Eşitsizliğin nereden geldiğini
anlamak için Diamond’ın eşitsizlikten önce, tüm dünyadaki
insanların aşağı yukarı aynı şekilde
yaşadığı bir zamanı belirlemesi gerekiyordu.
Saati binlerce yıl geriye, ilk uygarlıklardan daha öncesine
çevirmek durumundaydı, tarih
öncesine, on üç bin yıl önce. Son Buzul Çağı’nın tahrip
edici etkileri artık bitmişti. Dünya daha
sıcak ve nemli hale geliyordu. İnsanlığın geliştiği
bölgelerden biri Orta Doğu’ydu. On üç bin yıl
önce daha çok ormana ağaca ve bitkiye sahip olan Orta Doğu
bugünkünden çok daha az kuraktı.
Buradaki insanlar o zamanlar dünyadaki tüm diğer insanlar
gibi yaşıyorlardı gezici küçük
gruplar halindeki avcı-toplayıcılar hunter gatherer olarak.
Genelde hareket halindelerdi,
avlayacak hayvan ya da toplayacak yiyecek buldukları yerlere
barınaklar kuruyorlardı. Bu
barınaklarda haftalarca ya da aylarca kalabiliyorlardı.
Fakat mevsimler değiştikçe ve hayvanlar
göç ettikçe bir sonraki vadiye ya da tepeye doğru, yeni
yiyecek kaynakları aramak için hareket
ediyorlardı.
Dünyada avcı-toplayıcı insanları bulmanın hala mümkün olduğu
az sayıdaki yerlerden birisi Papua Yeni Gine’nin yağmur ormanlarıdır. Bu hayat
tarzını sadece arkeoloji kitaplarından okumak yerine, buna doğrudan doğruya
şahit olarak on üç bin yıl önce hepimizin nasıl yaşadığını ve nasıl yiyecek
bulduğunu görmek burada mümkün.
Bir hayvanı yakalamak, yetenek, sinsilik ve yüzlerce hayvan
türü hakkında ansiklopedik bilgi
gerektirir. Bir avcı olmak için oldukça akıllı olmanız
gerekir. On üç bin yıl önce Orta Doğu’daki
insanlar, aynı Yeni Gine’deki gibi, bulabildikleri tüm
avların izini sürerek avlanıyorlardı. Fakat
avcılığın en temel sorunu, yeterli yemeği bulmak için asla
verimli bir yol olmamasıdır. Her bir
hayvanı takip etmek zaman alır. Ayrıca bir ok ve bir yay ile
avın nasıl sonlanacağını kestirmek
zordur. Avcılık bu kadar tahmin edilemez olduğu için
geleneksel toplumlar genellikle yiyecek toplamaya daha fazla güvenmişlerdir.
Papua Yeni Gine’de toplama işi kadınlar tarafından
yapılmakta. Buradaki önemli yiyecek
kaynaklarından biri yabani sagu. Sagu palmiyesinin
kabuklarını soyarak, ağacın ortasında
bulunan ve daha sonra hamur haline getirilip pişirilebilen
öze ulaşırlar. Fiziksel olarak daha
zorlu bir iş olsa da toplayıcılık avcılıktan daha verimli,
bir yiyecek edinme yöntemidir. Fakat
gene de büyük bir nüfusu beslemek için gerekli olan kaloriyi
sağlamaz. Buradaki ormanların,
çok bereketli olduğunu düşünebilirsiniz, ama değil.
Ormandaki ağaçların birçoğu ürün vermez ve yenebilecek bir şey sağlamaz.
Birkaç sagu palmiyesi var ve diğer ağaçlar yiyebileceğimiz
herhangi bir şey sağlamıyor.
Sagunun da kendine özgü kısıtlamaları var bir ağaç otuz kilo
civarında sagu sağlayabiliyor. Bu
ağacı işlemeleri üç ya da dört günlerini alır, yani bu
gerçekten pek de fazla olmayan yiyecek için çok fazla iş demek, ayrıca sagu
nişastası protein bakımından fakirdir ve sagu uzun süre saklanamaz.
Avcı-toplayıcı toplumların seyrek nüfuslu olmasının sebebi budur. Eğer çok fazla insan beslemek istiyorsanız
farklı bir yiyecek sağlama yöntemi ve verimli bir çevre bulmak durumundasınız
ve bu ortam saguların olduğu bir bataklık olamaz. Orta Doğu’da durum farklıydı.
Orta Doğu’da toplamak için çok farklı bitkiler vardı.
Ağaçların arasında yabani olarak yetişen iki
tahıl vardı: arpa ve buğday. Sagudan çok daha fazla miktarda
ve çok daha besleyici bu basit bitkiler, insanlığı modern medeniyete götüren
yola sokarak büyük bir etkide bulunacaklardı.
Fakat bunun olması için iklimde katastrofik bir değişim
olması gerekliydi. On iki bin beş yüz yıl
önce dünyanın iklimi çok değişken bir hale geldi. Son buzul
çağını bitiren uzun vadeli erime aniden tersine döndü. Küresel sıcaklıklar
düştü ve buzul çağı koşulları geri döndü.
Dünya daha soğuk ve daha kurak bir yer haline geldi. Orta Doğu’da
çevresel bir çöküş yaşandı.Hayvan sürüleri birbiri ardına öldü. Birçok bitki
için de aynısı geçerliydi. Kuraklık bin yıldan daha uzun sürdü. İnsanlar daha
uzun yolculuklar yapmak ve yiyecek kaynağı bulmak için çok daha fazla çaba sarf
etmek zorunda kaldı. Fakat tüm bu koşullara rağmen bir şekilde hayatta kalmayı
başardılar, hatta geliştiler.
Burada, Orta Doğu’da yeni bir yaşam şekli ortaya çıkıyordu,
dünyanın görünüşünü değiştirecek
bir yaşam şekli. İnsanlar kök salmaya başlıyorlardı. Aynı
yerde yaşayan, 40-50 insandan oluşan gruplar oluşmaya başladı.
Orta Doğu’da Lut Gölü yakınındaki Ürdün Vadisi’nde bulunan
ve Dhra olarak bilinen bir
yerleşim alanında yapılan çalışmalar, Avcı/toplayıcı
toplulukların barınaklarından çok daha
karmaşık olan antik yerleşim yerlerinin varlığını ispatladı.
Buranın bir köy, dünyadaki ilk
yerleşik köylerden biri olduğu düşünülüyor. Yerleşim
alanının radyo karbon tarihini
belirlediklerinde, köyün ilk olarak on bir bin beş yüz yıl
önce, Orta Doğu’daki kuraklığın bitişi ile
aynı zamanda ortaya çıktığı tespit edildi. Fakat şartlar bu
kadar zorken bütün bir köyü beslemek nasıl mümkün olmuştu?
Dhra’daki dört yıllık kazının ardından arkeologlar bir yanıt
bulduklarına inanıyordu. Yanıt köy
içerisindeki eşsiz bir yapıda gizliydi. Bu yapı içerisinde
bir bölmede; tahılları ya da herhangi bir
bitkinin, kurutulup konulabileceği, böceklerden, nemden ve
sızan sudan korunabileceği kuru,
nemi kontrol edilebilen bir yer keşfedildi. Arkeologların
bakış açısına göre, ortaya çıkan şey
muhtemelen dünyanın ilk tahıl ambarıydı. Yiyecekleri belirli
bir mekanda, yıllık olarak
depolayabilecekleri bir yer. Depolanan tahıllar esas olarak
buğday ve arpaydı. Diğer bitkileri
bulmak artık mümkün değilken bu tahıllar hayatta kalacak kadar
sağlam ve yıllarca
depolanacak kadar dayanıklıydı. Fakat kıtlık yaşanan bir
zamanda bir ambarı dolduracak kadar
tahıl nasıl olabilirdi? Cevap insan davranışında kökten bir
değişime işaret ediyor. Orta Doğu’da
yaşanan kuraklığın bir noktasında insanlar kendi yiyeceklerini yetiştirmeye
başlamışlardı. Gezici bir hayat şeklini sürdüremeyince, bulabildikleri su
kaynaklarına yakın yerlerde kaldılar ve çevrelerinde yeni arpa ve buğday
tarlaları oluşturdular. Yiyecek kaynaklarını farklı yerlerde aramak yerine
insanlar ilk defa bu kaynakları kendi yakınlarına çektiler. Sadece hasat
edilmiş yiyecek olarak değil, aynı zamanda tohum olarak da. Bunları köylerinin
yakınında yetiştirdiler. Bu, dünyanın herhangi bir yerinde görülen ilk
örnektir.
Orta Doğu’nun Taş Devri insanları çiftçi oluyorlardı.
Dünyanın ilk çiftçileri. Bu yeni çiftçiler
farkında olmaksızın çevrelerindeki ekinlerin niteliklerini
de değiştiriyordu. Ekme ve hasat
sürecinin her döngüsünde tohumları en büyük, en lezzetli ya
da tohumları toplanması en kolay olan arpa ya da buğday başaklarını tercih
ediyorlardı.
Döngüye müdahale ettiler. Çevrenin olağan düzenine müdahale
ettiler ve kendilerine en fazla kazancı sağlayacak olanları ödüllendirerek bu
bitkileri seçmeye başladılar. Her ne kadar rastlantısal olsa da, bu sürecin
başlaması, insanların doğayı kontrol etmeye başlamasıydı. Ekinlerin insan müdahalesi yolu ile
değiştirilmesi yöntemi tarımda evcilleştirme olarak bilinir. Bugün bu iş, genleri seçerek, insanlar için
daha yararlı olacak ekinler üreten bilim insanlarının olduğu araştırma
laboratuarlarında yapılıyor. Bu, belirli bir plan çerçevesinde dikkatle
yürütülen bir süreç. Fakat binlerce yıl önce Orta Doğu’da çiftçilerin
bilinçsizce yaptıklarından çok da farklı değil.
Tarıma geçiş insanlık tarihte önemli bir dönüm noktasıydı.
Avcı/toplayıcı olarak kalan insanlar,
dünyanın hiçbir yerinde çiftçiler kadar yiyecek
üretemediler, depolanabilecek kadar yiyecek de
üretemediler. Hep kronik bir dezavantajları olacaktı.
Bu bulgular doğrultusunda, insanların antik dünyanın başka
hangi yerlerinde çiftçi olduklarını
incelemek gerekiyordu. Eğer tarımın yayılması ile uygarlığın
yayılması arasında bağlantılar
kurulabilir ise, Yali’nin sorusunu cevaplamak adına doğru
yolda ilerleniyor demekti. Antik
dünyada birbirinden bağımsız olarak tarımı geliştiren sadece
birkaç bölge vardı. Orta Doğu’dan
kısa bir süre sonra Çin geldi, insanlar burada yüksek
verimli diğer bir tahıl olan pirinç yetiştiriyordu. Amerika’da da tarım yapılan
bölgeler ortaya çıktı, buradaki tarım mısır, kabak ve baklagillere dayalıydı.
Daha sonra, Afrika’da insanlar süpürgedarısı, akdarı ve yer
elması yetiştirdiler ve tarımın görüldüğü yerlerin çoğunda, tarımı, görece
büyük ve gelişmiş bir medeniyet izledi. Fakat bir istisna vardı. Yeni Gine.
Arkeologlar burada insanların yaklaşık on bin yıldır tarım
yaptıklarını düşünüyor, yani neredeyse Orta Doğu’da bulunan insanlarınki kadar
bir süre. Bu insanların, Yali’nin halkının, dünyanın ilk çiftçilerinden
olduklarını düşünmek çok şaşırtıcı. Fakat çiftçilik yaptılarsa neden Orta
Doğu’daki, Çin’deki ya da Orta Amerika’daki insanların medeniyete doğru gittiği
yoldan gitmediler? Neden kendi mallarını üretir hale gelmediler? Şüphesiz Yeni Gine’deki çiftçiler dünyanın
diğer yerlerindeki çiftçilerden daha yeteneksiz değiller. Peki, fark neydi?
Dağlık bölge tarımı, tahıllardan çok farklı olan taro
kökleri gibi ürünlere dayalıydı. Taro yetiştirmek çok daha fazla emek isteyen
bir şey. Taroyu tek tek ekmek zorundasınız, elinizle tohumu atıp, toprağa
yaydığınız buğday gibi değil.
Ve bu Yeni Gine ürünü, buğdayda olduğu gibi yıllarca
saklanamaz çok çabuk çürür, kısa bir süre içinde yenmesi gerekir. Ayrıca
buğdayla karşılaştırıldığında protein bakımından fakirdir, yani Yeni Gine
dağlığındaki çiftçiler protein eksikliği sorunu yaşıyordu. Yeni Gine’deki diğer
ürünlerden de alınacak çok protein yoktu. Muz, şeker ve nişasta açısından
zengin olsa bile, taro gibi, protein bakımından fakir bir üründü.
Aslında bu dağlık bölgedeki insanların bulabilecekleri o
kadar az protein kaynağı var ki bazen
beslenmelerine takviye yapmak için dev örümcekleri bile
yemeleri gerekiyor. Tüm bu bulgular
bir şeyi ortaya çıkarıyordu. Tarım insan eşitsizliğinin
hikayesini anlamak için çok önemliydi fakat yapılan tarımın türü de aynı
derecede önemliydi. En verimli ürünlere ulaşımı olan insanlar, en üretken
çiftçiler haline gelmişti. Sonuçta her şey coğrafi şansa bağlanıyordu. Dünyadaki eşitsizliklerin yediğimiz
yiyeceklerden kaynaklandığı düşüncesi çok çarpıcı bir iddia.Amerikalılar Yeni
Ginelilerden daha avantajlıydı çünkü asırlardır daha besleyici ve daha
bereketli ürünler üretmişlerdi. Aldıkları kalorilerin beşte birini sağlayan
buğday gibi ürünler.
Modern Amerika’nın zenginliği taro ve muz ile asla
sağlanamazdı. Sadece bitkiler, insanlık
tarihinin akışında belirleyici bir güce sahip olabilir mi?
Yoksa işin içinde başka şeyler de mi var?
Dünyanın sahip olanlar ve sahip olmayanlar şeklinde ikiye
bölünmesinin başka bir sebebi mi var?
Dokuz bin yıl önce, Orta Doğu’daki ilk yerleşim alanları,
yerlerini çok daha büyük köylere bırakıyordu. İnsanlar daha üretken çiftçiler
haline geldikleri için bu ölçekte aşabiliyorlardı. Etrafları evcilleştirilmiş buğday ve arpa
tarlaları ile çevrilmişti, fakat bu noktaya gelinceye kadar, bir başka düzenli
yiyecek kaynağı daha bulmuşlardı. Yaklaşık dokuz bin yıl önce gerçekleşen şey,
insanların hayvanlarla etkileşimde gözle görülür bir dönüşümdür. Biz
insanların, hayvanların hareketlerini, beslenmelerini ve üremelerini kontrol
ettikleri bir evcilleştirme süreci görüyoruz.
Ava çıkmak zorunda olmak ve avlanmada görülen mevsimsel
değişiklere maruz kalmak yerine,
yaşadığınız yere yakın, yıl boyunca kullanabileceğiniz canlı
ve güvenilir bir et kaynağına sahipsiniz. Hayvanlar, etin yanı sıra sürekli bir
protein kaynağı sağlayan sütleri için de kullanılabilirler. Kılları ve
derileri, sıcak tutan giysiler yapmak için kullanılabilir. Zaman içinde evcil hayvanlar yeni tarımsal
yaşam şeklinin ayrılmaz bir parçası oldular.
Evcilleştirilmiş hayvanlara ilk sahip olan toplulukların tahıl
ürünlerine zaten sahip olduklarını biliyoruz, yani çiftçilikle uğraşıyorlardı
ve birbirlerini tamamlar nitelikte oldukları için, bu bitkiler ve hayvanların
bileşimi oldukça çekici bir hal alıyor.
Hayvanlar, hasat döneminden sonra bitkilerden kalanları yiyebilmeleri için
tarlaya otlamaya çıkarılabiliyordu. Bunun karşılığında hayvan dışkısı ekinlere
bir tür gübre sağlamak için de kullanılabiliyor, bütün bu paket, karşılıklı
olarak hem hayvanlar hem bitkiler ve tabii insanlar için de yararlı görünüyor.
Keçi ve koyun antik dünyada evcilleştirilen ilk hayvanlardı,
daha sonra onları günümüz büyükbaş çiftlik hayvanları takip etti. Başlangıçta
hepsi etleri için kullanılıyordu fakat başka şekillerde de işe yaradılar,
özellikle sabanın icadıyla beraber.
Endüstri devriminden önce yük hayvanları yeryüzündeki en güçlü
makinelerdi. Bir sabana bağlanmış bir at ya da bir öküz, tarlanın verimliliğini
arttırarak çiftçilerin daha fazla yiyecek üretmesini ve daha fazla insanı
beslemesini sağlıyordu.
Yeni Gine’de ve dünyanın birçok başka yerinde insanlar
hiçbir zaman saban kullanmadılar çünkü sabanı çekecek hayvanlara hiçbir zaman
sahip olmadılar. Yeni Gine’deki tek evcil büyükbaş hayvan domuzdu ve o bile
yerli değildi birkaç bin yıl önce Asya’dan gelmişti.
Domuz size süt, yün, deri ya da post sağlamaz ve her şeyden
önemlisi domuzlar kas güçleri
için kullanılamaz domuzlar saban ya da araba çekmez. Yeni
Gine’deki tek kas gücü insanın kas
gücüydü. Bugün bile Yeni Gine’de yük hayvanı yoktur ve
neredeyse tüm tarla işleri hala el ile yapılır. Fakat eğer çiftlik hayvanları
bu kadar çok işe yarıyorsa neden Yeni Gineliler kendi hayvanlarını
evcilleştirmediler?
Dünyadaki evcilleştirilmiş hayvanların tümünü listelediğiniz
zaman bulduklarınızla hayrete
düşüyorsunuz. Bilinen yaklaşık iki milyon vahşi hayvan türü
var fakat bunların büyük
çoğunluğu insanlar tarafından hiç evcilleştirilmemiş. Çoğu
böcek ve kemirgenin, insanlar için
yararlı olabilecek bir kullanım alanı yoktur, bu yüzden bu
hayvanları yetiştirmek için harcanan
çaba boşa olur. Bazı kuşlar, balıklar ve sürüngenler
evcilleştirildi fakat bunların çoğu
yetiştirilmeye uygun değildi. Çoğu etobur için de aynısı
geçerli, tehlikeli oldukları için değil,
fakat onları beslemek için başka hayvanlar yetiştirmek
durumunda olduğunuz için. Yetiştirmek
için en uygun hayvanlar, büyük ot obur memeliler. Muhtemelen
insanlar yıllar boyunca bu hayvanların hepsini evcilleştirmeye çalıştılar,
genellikle başarısız oldular.
Afrikalılar sürekli çabalarına rağmen filleri asla
evcilleştiremedi. Güney Asya’da bazı filler iş
hayvanı olarak kullanılıyor. Fakat bu amaç için
yetiştirilmiyorlar. Bunun yerine filler vahşi
doğada yakalanıyor ve daha sonra terbiye edilip eğitiliyor.
Olgunlaşması ve üreyebileceği yaşa
gelmesi 5 yıl süren bir hayvan yetiştirmek ekonomik açıdan
çok mantıklı değil.
Evcilleştirmeye uygun olan hayvanlar yaşamlarının ilk ya da
ikinci yılında doğum yapabilirler.
Yılda bir, belki iki döl verirler, yani üreme potansiyelleri
oldukça yüksektir. Davranışsal olarak
sosyal hayvanlardır, yani erkekler, dişiler ve gençler hep
beraber, grup olarak yaşarlar, aynı zamanda grup içinde bir hiyerarşiye de
sahiptirler, eğer insanlar grubun liderini kontrol edebilirlerse tüm sürü
üzerinde de kontrole sahip olabilirler.
Evcil hayvanlar için bir başka önemli şart daha var. Bu hayvanların
insanlarla iyi geçinmeleri gerekir. Bazı hayvanların mizacı çiftlikte yaşamaya
uygun değildir. Potansiyel olarak bir at kadar kullanışlı olan zebra ideal bir
evcil hayvan olabilirdi. Fakat Afrika’nın büyük avcıları ortasında evrilen
zebralar ürkek ve tedirgin yaratıklar haline geldi. İnsanların terbiye
edemedikleri bir doğaları oldu. Bu, zebraların hiçbir zaman bir sabana
bağlanmamasının ya da savaşta kullanılmamasının sebebi olabilir.
Karada yaşayan, 45 kilodan ağır 148 farklı yabani ot obur
hayvan var. Fakat bu 148
hayvandan başarılı şekilde yetiştirilenlerin sayısı sadece
14. Keçi, koyun, domuz, inek, at,
eşek, çift hörgüçlü deve, Arap devesi, su sığırı, lama, ren
geyiği, yak, yaban sığırı ve Bali sığırı.
On bin yıl süren evcilleştirme ve sadece 14 hayvan.
Peki, bu hayvanların ataları nerden gelmişti? Hiçbiri Yeni
Gine’den ya da Avustralya’dan değildi. Sahra altı Afrika’dan ya da tüm Kuzey
Amerika kıtasından da değildi. Güney Amerika’da bu büyük memelilerden sadece
bir tanesinin atası bulunuyordu; lama. Diğer on üçünün tamamı Asya, Avrupa ya
da Kuzey Afrika’daydı. Bunların içinden dört tanesi; inek, domuz, koyun ve keçi
Orta Doğu’nun yerel hayvanlarıydı.
Dünyadaki en iyi ekinlere sahip olan bölge aynı zamanda en iyi hayvanların da anavatanıydı.
Bu alanın Bereketli Hilal olarak adlandırılmasına şaşmamak
gerekir. Bereketli Hilal’in insanları,
antik dünyadaki en iyi ekinlere ve hayvanlara ulaşımları
oldukları için coğrafi olarak
kutsanmıştı. Bu onlara önden başlamaları için, büyük bir
fırsat vermişti. Buğday yetiştirmek ve
keçi gütmekle başlayan şey, ilk insan uygarlığına doğru
ilerliyordu. Güney Ürdün’deki Guer kazı
alanı dokuz bin yaşında. Fakat bir kasabanın tüm özelliklerini taşıyor. Burada
birkaç yüz insan, teknoloji harikası olan evlerde yaşıyordu. Köyler büyüdükçe
tarlalarda çalışacak daha çok insan oldu. Daha fazla insan, daha verimli,
şekilde daha fazla yiyecek üretebiliyordu topluluktaki ustaları besleyebilecek
kadar.
Çiftçilik yükünden kurtulan bazı insanların yeni yetenekler
ve yeni teknolojiler
geliştirmesi mümkün oluyordu. Örneğin kireç taşından alçı
üretilmesi büyük bir teknolojik
gelişmeydi. Taşların bin derece sıcaklıkta, günlerce
ısıtılması gerekiyordu. Bugün önemsiz
görünebilir fakat ateşle nasıl çalışılacağını anlamak,
dünyayı dönüştürecek bir teknolojiye, çelik
işlemeye giden yolda ilk adımdı.
Yeni Gine gibi yerlerde ise insanlar ileri teknolojiyi asla
geliştiremediler. Bugün bile dağlık
bölgedeki bazı insanlar asırlardır değişmemiş yöntemlerle
çalışıyorlar. Hala balta gibi taş aletler
kullanıyorlar. Peki, neden Yeni Gine, kendi metal aletlerini
geliştirmedi? En sonunda, bakır ve
demiri nasıl karıştıracağını bilen metal zanaatkarlarının olması için toplumun
çiftçi olan kısmının bu insanları beslemek için yeterli yiyeceği, üretebilmesi
gerektiğini fark ettim. Fakat Yeni Gine tarımı bu yiyeceği sağlayacak kadar
üretken değildi ve sonuç Yeni Gine’de ustaların, metal işçilerin, metal
aletlerin olmamasıydı. Yeni Gine’deki
hayat tarzı tamamen sürdürülebilirdi. Binlerce yıl dokunulmadan ayakta
kalmıştı. Fakat insanlar teknoloji geliştirmemişti çünkü kendilerini beslemek
için çok fazla zaman ve enerji harcıyorlardı.
Tüm üstünlüklerine rağmen Orta Doğu dünyanın iktidar merkezi
ya da bir zamanlar olduğu gibi
tahıl ambarı değil. Orta Doğu avantajını nasıl kaybetmişti?
Ortaya çıkmalarını takip eden bin yıl içinde Bereketli
Hilal’deki birçok köy terk edilmişti. İronik
bir biçimde, bölgenin çok önemli bir zayıflığı vardı.
Gezegen üzerindeki en besleyici ekinlere sahip olmasına rağmen iklimi çok kuraktı
ve ekolojisi sürekli, yoğun tarımı kaldıramayacak kadar kırılgandı.
İnsanlar çevreyi tahrip ediyordu. Su kaynakları aşırı
kullanılmış, ağaçlar kesilmişti ve az ağacın
olduğu, otların olmadığı ve az su bulunan bir coğrafya
haline dönüşmüştü.
Topraklarını işleyemeyince topluluklar göç etmek durumunda
kaldı. Yüzyıllar süren
evcilleştirme süreci boyunca elde etmiş avantajları
kaybetmiş olabilirlerdi. Fakat coğrafya yine
onların tarafındaydı. Bereketli Hilal devasa bir kara
kitlesinin, Avrasya’nın ortasında. Burada tarımın yayılabileceği birçok yer
vardı ve en önemlisi bu yerlerin çoğu hemen hemen aynı enlemde sahip, Bereketli
Hilal’in doğusundaki ve batısındaki yerlerdi.
Bu neden bu kadar önemli? Çünkü aynı enleme sahip herhangi iki nokta
otomatik olarak aynı gün uzunluğuna sahip olur ve çoğu zaman benzer bir iklimi
ve bitki örtüsünü paylaşır.
Bereketli Hilal’de evcilleştirilen hayvanlar ya da ekinler
Avrasya’nın doğu batı ekseni üzerindeki
başka yerlerde de gelişebildi.
Buğday ve arpa, koyunlar ve keçiler, inekler ve domuzlar
Bereketli Hilal’den, doğuya doğru
Hindistan’a, batıya doğu Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya
yayıldı. Gittikleri her yerde insan
toplumlarını değiştirdiler. Bereketli Hilal’in ekinleri ve
hayvanları Mısır’a ulaştığında burada bir
medeniyet patlamasına sebep oldu. Birdenbire, firavunları ve
komutanları, mühendisleri, katipleri ve piramitleri inşa etmek için gerekli
insan ordusunu beslemeye yetecek kadar, yiyecek ortaya çıkmıştı.
Aynısı Avrupa medeniyeti için de geçerliydi. Antik
zamanlardan Rönesans’a kadar, Avrupa’nın
sanatçıları, mucitleri ve askerleri Bereketli Hilal’in
ekinleri ve hayvanları ile beslendi. On altıncı
yüzyılda, aynı ekinler ve hayvanlar Avrupalılar tarafından
Yeni Dünya’ya götürüldü. O zamanlar
Amerika’da ne tek bir inek ne de bir buğday başağı vardı.
Şimdi ise sadece Amerika’da yüz milyon inek var ve Amerikalılar yılda yirmi
milyon ton buğday tüketiyor. Günümüzün
endüstrileşmiş Amerikası, tarımın Bereketli Hilal’den yayılması olmaksızın
düşünülemezdi.
Zenginlik ve güç dağılımı gerçekten ineklere ve buğdaya
indirgenebilir mi? Kültüre, politikaya
ve dine ne demeli? Mutlaka onlar da önemliydi. Tabii ki çok
büyük kültürel farklar var ama bunlar esas olarak eşitsizliğin sonuçları,
temelde yatan sebepleri değil. Eninde
sonunda, çok daha önemli olan şey insanlara dağıtılan eller, yani
kullanımlarında olan ham maddeler oluyor.
Yeni Gineliler Avrasya’dan domuzu aldılar fakat ineği,
koyunu, keçiyi ya da atı, buğdayı ve arpayı almadılar. Avrupalıların ya da
Amerikalıların geliştiği şekilde gelişmediler çünkü aynı ham maddelere sahip
değillerdi.
Papua Yeni Gine’nin dünyanın geri kalanına yetişmeye çalışan
insanlarla dolu şehirleri büyüyor
ve gelişiyor. Fakat ne yazık ki, onlar için aşılması gereken
bir uçurum var. Beyaz adamın bu kadar çok kargosu varken neden biz Yeni
Ginelilerin bu kadar az var? Yali, otuz yıl önce beni hazırlıksız yakalamıştı.
O zaman ona ne diyebileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Fakat şimdi cevabı bildiğime inanıyorum.
“Yali, senin halkının modern teknolojiyi geliştirememesinin
nedeni beceri eksikliği değildi. Yeni
Gine’nin çetin ortamına hükmetmeleri için gereken hünerlere
sahiptiler. Aslında sorunun cevabı
tamamen coğrafyada yatıyor.
Eğer senin halkın benimkinin sahip olduğu coğrafi
avantajlara sahip olsaydı, helikopteri icat eden belkide siz olurdunuz.”
FETİH
1532 Kasımında bir gün, Eski Dünya ile Yeni Dünya çarpıştı.
168 İspanyol, Peru’nun dağlık bölgesinde İnkaların imparatorluk ordusuna
saldırdı. Güneş batmadan önce yedi bin insanı katlettiler ve İnka İmparatorluğu’nun
denetimini ele geçirdiler. Bu süreçte bir tek İspanyol bile hayatını
kaybetmedi. Eski Dünya ile Yeni Dünya Arasındaki güç dengesi neden bu kadar
bozuktu ve sonraki yüzyıllarda dünyanın büyük bölümünü fetheden neden
Avrupalılar oldu? Bir İspanyol fatihleri
kafilesi, iki yıldır altın ve onur arayışı için seyahat etmekte. Hiçbiri
profesyonel asker olmayan bu adamlar, emekli bir yüzbaşı olan Francisco Pizarro
tarafından yönetilen paralı askerler ve maceraperestler. Pizarro Orta Amerika
kolonilerinde zaten bir servet edinmişti. Şimdi askerlerini güneye, bilinmeyen
bölgeye doğru sürüyor. Onlar, Andlara tırmanan ve Güney Amerika’da bu kadar
güneye giden ilk Avrupalılar.
Seyahat ettikçe, yerli büyük bir medeniyetin izlerini
bulurlar. Kudretli İnka İmparatorluğu’nun
sınırına ulaşırlar. Kızılderililer ve İspanyolların her
ikisi içinde herhangi bir karşılaşma, kültürel
bir çatışmadır.
Bu Kızılderililer daha önce, hiç beyaz adam görmemişlerdir
ve bu adamların temsil ettiği tehdit
hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Bu yabancıların,
dünyalarını birkaç gün içinde altüst edeceğini
hayal bile edemezler.
Bin beş yüz otuzlarda İnka İmparatorluğu çok büyüktü. And
dağları boyunda, günümüz Ekvator’undan Şili’nin ortalarına kadar 2500 mil uzunluğundaki bir
alana yayılmıştı. Fakat beş yüz mil kuzeyde İspanyol İmparatorluğu’nun en
değerli toprak parçaları olan Orta Amerika ve Karayip kolonileri uzanıyordu.
O zamanlar, İspanyol kralı, kıta Avrupası’nın üçte birini
kontrol ediyordu, fakat 700 yıl boyunca
Mağriplilerin istilası tarafından püskürtülen İspanya, ancak
yakın zamanlarda bütünlüklü bir devlet olmuştu.
İspanya hala bir tarım toplumuydu. İspanyol fatihlerinin
çoğu Pizarro’nun büyüdüğü yer olan Trujillo gibi, ülkenin merkezinde bulunan
köylerden ya da küçük kasabalardan geliyordu.
Pizarro çocukluğunun büyük kısmını tarlalarda domuz
çobanlığı yaparak geçirdi. Bugün büyük
bir savaşçı olarak hatırlanıyor. Trujillo Meydanı’nda bir
heykeli var ve aile evi bir müzeye dönüştürüldü.
Neden Pizarro ve adamları İnkaları yendiler ama bunun tersi
olmadı? Basit bir soru gibi görünüyor. Cevap ise hemen ortaya çıkacak türden
değil. Ne de olsa Pizarro başlangıçta sıradan bir insandı ve Trujillo da
oldukça sıradan bir kasaba. Peki, Pizarro ve adamlarına bu büyük gücü veren
neydi?
Avrupalı çiftçiler daha çok insanı beslemek ve daha büyük ve
karmaşık toplumlar oluşturmak için gerekli yiyeceği üretebiliyorlardı. Yeni
Dünya’da tarımda kullanılabilecek at ya da sığır yoktu. Tüm iş el ile
yapılıyordu. Tek evcilleştirilmiş büyükbaş hayvan lamaydı, fakat bu uysal
yaratıklar hiçbir zaman sabana bağlanmamıştı. İnkalar patates ve mısır
yetiştirmede oldukça yetenekliydiler, fakat coğrafi konumları yüzünden asla
Avrupalılar kadar üretken olamadılar.
Atlar Avrupalılara büyük bir avantaj sağlıyordu, atlara
binilebiliyorlardı. İnkalar için, tarlalarının yanından geçen İspanyol
fatihlerinin görüntüsü sıra dışıydı. Daha önce hayvanları tarafından taşınan
insanları hiç görmemişlerdi. Bazıları yarı insan, yarı hayvan olan bu garip
görünümlü adamların Tanrı olduğunu düşünüyordu. İnkalara bu kadar yabancı gelen
atlar, İspanya’da dört bin yıldır zaten kullanılıyordu. Atlar, motorlu
taşımanın olmadığı bir dönemde insanlara hareketli olma ve topraklarını kontrol
etme fırsatı veriyordu.
On altıncı yüzyıla gelindiğinde himeta tarzı at sürme
İspanyol süvarisinde hakim sürüş stili
olmuştu. İspanyol fatihleri atlarını böyle sürüyor
olmalıydılar. Bu tekniklerin ustasıydılar ve bu
teknikleri boğalarla uğraşmak için öğreniyorlardı fakat bu
teknikler askeri bir ortamda da çok faydalıydı ve bu kontrolün açık alanda
insanları ezip geçmenizi sağlayacağını anlıyorum. Daha önce hiç at görmemiş insanlar bu
manzarayı gördüklerinde kesinlikle dehşete düşmüş olmalılar. Bu durum, bu
hayvanlardan biri üstünüze doğru koşmaya başlamadan, sizi ezip geçmeden, sizi
öldürmeden önce bile çok garip ve korkutucu olmalıydılar.
Dört bacaklı hayvanları üzerindeki Tanrı benzeri
yabancıların haberleri kraliyet habercisi
aracılığıyla seksen bin kişilik bir ordu tarafından korunan
Kuzey Peru’daki Cajamarca Vadisi’nde
bulunan İnka İmparatoru’na iletildi.
Atahualpa’ya yaşayan bir Tanrı olarak, güneşin oğlu olarak
saygı duyuluyordu. Yakın zamanda
kazandığı bir dizi askeri zafer için minnetini sunmak
amacıyla Cajamarca’da dini bir inzivadaydı. İspanyolların ilerleyişini
duyduğunda onları öldürmemeyi seçer. Onun yerine bir mesaj yollar. Onları, bir
an önce kendisine katılması için Cajamarca’ya davet eder. Atahualpa, İspanyolların Cajamarca’ya
gelmesini ve tuzağa düşmesini istiyordu ve İspanyolların böyle yapacağından
emin olmak için onlara hediyeler göndererek ve gelmelerini rica ederek bir tür
psikolojik oyun oynadı.
Atahualpa İspanyolların Tanrı olmadıklarını biliyordu.
İstihbarat, yüzlerinde bir lama ya da bir
alpaka gibi, yani bir hayvan gibi yün bulunan sakallı,
insanlardan bahsediyordu. Kafalarında yemek pişirmede hiç kullanılmamış küçük
tencerelerle, oradan oraya geziyorlardı.
Kafanızda bir tencere ile dolaşıyorsanız çıldırmış olmalısınız, bir kamp
yerine gelip de bu tencereyi yemek pişirmede kullanmıyorsanız, sizin için
yapılacak pek bir şey kalmamıştır.
Atahualpa karşısındakileri adamdan saymıyordu. Birkaç atlı ve yüz küsur
İspanyol kudretli İnka’ya ne yapabilirdi? Neredeyse hiçbir şey!
Fakat Atahualpa’nın ajanları İspanyolların dünya üzerindeki
en iyi silahların bazılarına sahip olduğunu bilmiyorlardı. İspanyol fatihleri
zamanında İspanya, Avrupa’nın en büyük ordusuna sahipti ve bu ordu
imparatorluğun başkenti olan Toledo’dan yönetiliyordu.
Mağriplilerle ve diğer Avrupa ordularıyla çarpışan İspanyollar
yedi yüz yıldan uzun bir süredir
savaştaydılar. Avrupa’da bir silahlanma yarışı vardı.
İspanyollar ayakta kalabilmek için silah teknolojisindeki en son gelişmeleri
takip etmek durumundaydı. Bin beş yüz
otuzlara gelindiğinde, çakmaklı tüfekler İspanyol cephanesinin önemli bir
parçasıydı. Barut ilk olarak Çin’den gelmişti fakat bir silah olarak ilk defa
Araplar tarafından kullanılmıştı.
Avrupalıların elinde silahlar daha hafif ve taşınabilir hale
geldi ve ilk defa savaş alanında piyadeler tarafından kullanıldı. Çakmaklı
tüfekler hala kaba bir silahtı, fakat savaşların görünümünü değiştirmeye devam
edecekti.
Bu silah, sesiyle, kokusuyla, çıkardığı dumanla ve öldürdüğü
insanlarla, onu daha önce görmemiş birine çok ürkütücü gelmeli. Bu 1532 tarzı,
dehşet ve korku uyandırmış olmalı. Tüm
gösterişine rağmen barut teknolojisi hala emekleme dönemindeydi. İspanyol
fatihlerinin gerçek gücü başka bir noktaya dayanıyordu. Çelik üretimi.
Toledo dünyanın en iyi kılıç ustalarına sahipti. Fakat
buradaki insanlar, ölümcül çelik silahlar
üretebilirken İnkalar neden hala basit bronz aletler
yapıyordu? Avrupalıların yüksek kaliteli kılıç
üretmelerini sağlayan, doğuştan gelme üstün özellikleri
yoktu. Aynen silahlar gibi, kılıçlar da, Avrupa dışında başlayan uzun bir
deneme-yanılma sürecinin sonucuydu.
İnsanlar metal işlemeye yedi bin yıl önce Bereketli Hilal’de
başladı ve Avrupa Bereketli Hilal’e
coğrafi olarak yakın olduğu için Avrupalılar bu metal
teknolojisinin varisi oldular. Avrupalılar
bu teknolojiyi yeni bir düzeye taşıdı. Avrupalı askerler
daha güçlü, daha sert ve daha keskin kılıçlar istiyordu.
Bir kılıçta gerekli olan nitelikleri düşünürseniz, her
şeyden önce yeterince sert olmalıdır, metal
keskin kenarlar oluşturmaya yetecek kadar sert olmalıdır ve
bu da çeliği gerektirir, yani demirin karbonla karışmış hali.
Demire ne kadar çok karbon eklerseniz metal o kadar sert
olur. Fakat çok sert yaparsanız kırılgan olur ve bunu da istemezsiniz çünkü
eğer birine vurursanız kılıcınız kırılabilir, yani kılıcınızın belli bir
esnekliğe, ilk şekline geri dönme yeteneğine de sahip olması gerekir. Bunu da kılıcı belli sıcaklıklara kadar
ısıtarak, soğuk suya sokarak elde edebilirsiniz, bu çok fazla deneme demek.
Uzun, zarif, ince ve meç kadar öldürücü bir şeyin elde edilebileceği düzeye gelmesi
asırlar aldı.
Çok uzun bir bıçağa sahip olan meç bir düello silahı olarak
geliştirilmişti fakat Rönesans
Avrupası’nda o kadar moda oldu ki gözü yüksekte olan her
centilmenin silah konusunda tercihi
oldu.
Meç kelimesi, İspanyolcadaki “espera ropera” teriminden
geliyor ve bu, elbise kılıcı demek.
İspanya’da ilk defa insanların günlük işlerini hallederken sivil
elbiseleri ile kılıç taşıdığını görüyoruz. Bunu Orta Çağ’da yapmıyorlardı.
Bu on altıncı yüzyılda ortaya çıkan bir şeydi ve “İşte ben
geldim, ben bir centilmenim ve yüksek bir sınıftanım ve Orta Çağ şövalyelerinin
soyundan geliyorum” demekti. Meç gözü
yüksekte olan İspanyol fatihlerinin hırslarının sembolüydü, onları Amerika’ya
sürükleyen şey, altına duydukları tutku ve kendini geliştirme ihtirasıydı ve
bence meç, bu küstahlığı tamamen sembolize ediyordu.
On beş Kasım bin beş yüz otuz ikide Pizarro’nun
maceraperestlerden oluşan kafilesi Cajamarca
Vadisi’ne geldi. Onlara Atahualpa’nın onları burada
beklediği söylenmişti. Fakat onları karşılayan manzaraya hazır değillerdi.
Cajamarca Şehri’nin arkasındaki tepelerde İnkaların
imparatorluk ordusu vardı, tam savaş düzeninde seksen bin insan. İspanyol
fatihlerinin ilk izlenimlerine kendi günlükleri şahitlik ediyor.
“Kampları çok güzel bir şehre benziyordu. O ana kadar böyle
bir şey görmemiştik ve bu bizi korkuttu çünkü sayımız çok azdı ve bu
topraklarda çok ilerlemiştik.” Pizarro en iyi atlılarından bazılarını yüzbaşı
de Soto ile birlikte İnka kampının kalbine gönderdi.Atahualpa’nın kamptan zarar
görmeden geçmelerine izin vermesi ve onlarla buluşmaya rıza göstermesi üzerine
kumar oynuyordu.
Atahualpa başta Soto’nun varlığına tepki göstermedi, sanki
odaya kimse girmemiş gibi. At İnka’yla göz göze geldiğinde, İnka atın üzerinde
bir etkisi olmadığını gösterecek şekilde sakindi, Soto’nun blöfünü görmüştü.
Yüzbaşı, atın burun delikleri İnka’nın alnındaki saçlara değecek kadar
yaklaştı. Fakat İnka hiç kıpırdamadı. Daha sonra, kısa bir sessizliğin ardından
Atahualpa’nın patlaması geldi.
Onlara, yaptıklarınızın cezasını çekme zamanınız geldi,
diyordu. Soto kampa korku içinde
dönecek kadar tedirgin olmuştu ve bildiğimiz kadarıyla
İspanyollar bir önceki geceyi aşırı korku
içinde geçirmişlerdi. İspanyol fatihleri kamplarını
Cajamarca Şehri’nde kurmuşlardı. Birçoğu unutulmakla yüzleştiklerini
düşünüyordu.
En yakın İspanyol’dan bin mil uzaklıktaki yüz altmış sekiz
asker, seksen bin İnka’dan oluşan bir ordu ile karşı karşıyaydı.
“O gece
çok azımız uyudu. Yerli ordusunun kamp ateşlerini görebildiğimiz meydana gidip
duruyorduk. Korku verici bir manzaraydı, sanki yıldızlarla kaplı gökyüzü gibi.”
Pizarro ve en güvendiği subayları Atahualpa’yla nasıl
uğraşmaları gerektiği konusundaki
düşüncelerini tartışırlar. Bazıları tedbirli olmayı önerir,
fakat Pizarro en uygun olanın ertesi gün
beklenmedik bir saldırı düzenlemek olduğunda ısrarcı olur.
Bu geçmişte başarılı olmuş bir taktiktir. Pizarro Peru’ya
gitmeden on iki yıl önce bir başka ünlü
İspanyol fatihi, Hernan Cortez, Meksika’ya gitmiş ve bir
başka büyük uygarlıkla, Azteklerle karşılaşmıştı.
Ülkeyi Aztek liderini kaçırarak ve bu olayı izleyen kaostan
istifade ederek fethetmişti. Cortez’in
hikayesi daha sonra yayınlandı ve her fatih adayı için bir
el kitabı haline geldi. Bu kitap Kuzey
İspanya’daki Salamanca Üniversitesi’nin büyük kütüphanesinde
hala bulunabilir. Bu hikaye Pizarro’ya,
İnkalar’a karşı deneyeceği fikirleri veren bir örnekti. Yazıya sahip olmayan
İnkalar sadece sözlü hafıza yolu ile nakledilen yerel bilgiye sahipti ve bunlar
yazının eksikliği yüzünden, İspanyollarla karşılaştırıldığında basit ve
naifti. Fakat eğer kitaplar bu kadar
yararlıysa, İnkalar neden okuyamıyor ya da yazamıyordu? Yeni bir yazım
sistemini bağımsız bir şekilde geliştirmek son derece karmaşık bir süreçtir ve
bu insanlık tarihinde çok nadir görülmüştür.
Bu, ilk olarak en az beş bin yıl önce Bereketli Hilal’deki
Sümerliler tarafından başarıldı.
Sümerliler çivi yazısı denen ve muhtemelen anlaşmaları kayıt altına
almanın bir yolu olan karmaşık bir semboller sisteminin öncüsü oldular.
O zamandan beri, Avrupa’nın ve Asya’nın hemen hemen tüm
yazılı dilleri için çivi yazısı örnek
alındı, çivi yazısı uyarlandı ya da çivi yazısından ilham
alındı. Kağıdın icadı, mürekkep ve
taşınabilir basım harfleri yazının yayılmasına önemli ölçüde yardımcı olmuştu,
tüm bu yenilikler Avrupa dışından gelmişti fakat Avrupalılar bunlardan bilginin
esas aktarım aracını, matbaayı yaratmak için faydalandı.
Yazılı şeyler artık Avrupa ve Asya boyunca, hızlı ve
eksiksiz bir şekilde yayılabiliyordu. Yazı icat
edilmeseydi, modern dünya imkansız olurdu. Fakat dünyada
bağımsız olarak yeni bir yazım sistemi geliştiren bir bölge daha vardı.
Güney Meksika’da, en az iki bin beş yüz yıl önce yerli
insanlar, daha sonra Maya yazısı şeklinde
evrimleşen bir yöntem geliştirdiler. Fakat Mayalar yazıya
sahip oldularsa, yazı neden And Dağları boyunca güneye doğru yayılıp İnkaların
okuryazar olmasına yardımcı olmadı?
Diamond’a göre cevap kıtaların şeklinde yatıyor.
Avrasya kıtasını oluşturan Avrupa ve Asya dev bir kıta fakat
doğudan batıya doğru yayılıyor ve
kuzey güney yönünde dar. Amerika kıtası ise kuzey güney
yönünde uzun, doğu batı doğrultusunda dar, yüz milin altına düştüğü Panama’da
çok çok dar. İki kıta da en uzun olduğu
yerde yaklaşık sekiz bin mil uzunluğa sahip. Avrasya doğu-batı boyunca sekiz
bin mil, Amerika ise kuzey-güney doğrultusunda sekiz bin mil. Sanki bu kıtalar
birbirlerinin doksan derece döndürülmüş halleri gibiler.
Aynı enlemdeki yerler otomatik olarak aynı gün uzunluğunu ve
benzer bir iklimle bitki
örtüsünü paylaşırlar. Fakat Amerika kıtası Avrasya’nın tam
zıttı. Amerika’nın bir ucundan diğer
ucuna yapılan bir seyahat, kuzeyden güneye, farklı gün
uzunluklarının görüldüğü, farklı iklim bölgelerinden geçilen ve önemli ölçüde
farklı bitki örtüsü ile karşılaşılan bir seyahattir.
Bu temel farklar, ekinlerin ve hayvanların yayılımını
engellediği kadar, insanların, fikirlerin ve
teknolojinin de yayılmasını engelledi. Andlardaki insanlar
yazıya ya da Amerika’daki diğer yeniliklere ulaşımları olmayacak şekilde
yalıtılmışlardı.
Onlarla karşılaştırıldığında Pizarro ve adamları coğrafi
olarak kutsanmıştı. İspanyollar, Avrasya
boyunca kolaylıkla yayılan teknolojilerden ve fikirlerden
faydalanıyorlardı.
Bin beş yüz otuz iki olaylarının üzerinde, tek bir
İspanyol’un ya da İnka’nın kontrolü yoktur.
Kıtaların şekli, bitki ve hayvan dağılımı, Avrasya
teknolojisinin yayılımı, bunlar coğrafi olgulardı
ve oyunun her perdesinde coğrafya Avrupalıların yanındaydı.
16 Kasım sabahı, bin beş yüz otuz ikide Atahualpa
İspanyollarla Cajamarca’da buluşmayı kabul
eder ve maiyetini önden gönderir. Fakat kaderini etkileyecek
bir karar verir; askerleri silahsız olacaktır. Yerliler aslında müzisyen ve
dansçıydılar. Askerdiler fakat silahsızdılar. Atahualpa neden kendi askerlerini
silahsızlandırdı, neden? Çünkü bayram havası içindeydi, bir kutlama yapıyordu.
Bir savaşa gitmiyordu. Tüm insanların, bu sözde Tanrı’ların korku içinde
kaçışını görecekleri bir kutlamaya gidiyordu.
Bazı insanların, İspanyolların Tanrı olduğunu düşünmesi
Atahualpa’nın amacına daha iyi hizmet
ediyordu. “Eğer onların Tanrı olmadığını biliyorsam ve
onları bozguna uğratırsam, tabii ki herkes benimle beraber olur. Fakat ya
Tanrı’ları hiçbir kuvvet gösterisi olmadan yenersem? O zaman Tanrılardan bile
daha üstünümdür.” Diye düşünüyor olmalıydı. Atahualpa ve adamları Cajamarca’ya
girdiklerinde, İspanyollar gözden uzak bir yerde bekliyordu. Beş ya da altı bin adam vardı, arkalarında
ise tüylerle bezenmiş, altın ve gümüşle süslenmiş tahtırevanında, Atahualpa
oturuyordu.
Meydan Atahualpa’nın adamları ile doluydu fakat ortalıkta
görünen tek bir İspanyol bile yoktu.tahualpa sorar; “Nerede bu köpekler?” Sağ
kollarından biri cevap verir; “Muhteşem İnka’dan korktukları için kaçtılar.”
Tabii ki tüm kalabalık bunu duyar ve olayların böyle gerçekleştiğini düşünür.
Pizarro rahibini Atahualpa’ya gönderir. İspanyol fatihleri,
şiddete başvurmadan önce yerli halkın dinini değiştirmeye çabalamakla
yükümlüdürler.
“Sen neden bahsediyorsun kıllı surat? Ben Güneş’in oğluyum!
Kendi halkımı yönetmeye hakkım var. Benimle bu şekilde konuşmaya ne hakkın
var?” “Yetkim Tanrı’dan geliyor. Sözleri bu kitapta yazıyor.”
“Bu mu gücünüz?” Atahualpa daha önce hiç kitap görmemişti.
Onunla ne yapacağını bilmiyordu.
1Değersiz. Bahsettiğin sözleri duymuyorum. Bu ne cüret,
yerli köpek! Ortaya çıkın İspanyollar!
Tanrı’ya saygı duymayan bu köpekleri yok edin!”
Kalabalığın tamamen hazırlıksız olduğu o anda atlar ortaya
çıktı. Devasa bir panik vardı.
Cajamarca’daki manzarayı bir düşünün. İnkalar daha önce hiç at
görmemişti ve bunlar sıradan atlar da değildi, İspanyol atıydılar, hiddetli,
büyük, savaşçı atlardı. İnsanların
arasına dalabilirler, insanları ezebilirler ve en mükemmel platformu
oluştururlar. Atın üzerinden kılıcınızı
sol aşağıya, sağ aşağıya saplayabilirsiniz, etrafınızdaki her şeyi kesip
doğrayabilirsiniz.
Eğer İnkalar, süvarilere karşı yapmaları gerekenin sabit
durmak olduğunu bilselerdi, durumları
iyi olabilirdi, sayı bakımından daha üstündüler fakat bunu
bilmiyorlardı.
Kaçtılar, safları dağıttılar, daha sonra atlılar aralarına
girebildi ve onları öldürdü. Viracoxa isimli
bir İnka Tanrı’sı vardı, beyaz bir adamdı ve gök gürültüsü
Tanrısıydı, İnkalar bu adamları Viracoxa’nın bizzat vücut bulmuş hali sandılar.
Atahualpa taşıyıcılarının omuzlarındaki tahtırevanındaydı.
İspanyollar, yapabildikleri ilk anda,
tahtırevanın peşinden gittiler ve taşıyıcıları öldürmeye
başladılar. Bir taşıyıcı öldüğünde, bir diğeri onun yerini alıyordu. Trajedinin
sadece çok, çok, çok sonlarında taht hareket etmeye başladı çünkü daha fazla
taşıyıcı kalmamıştı.
Taht düştüğünde Atahualpa’yı Pizarro’nun kendisi yakalar.
Planı kusursuz şekilde işlemiştir.
Atahualpa Cajamarca’daki kraliyet merkezinde bulunan geçici bir
hapishaneye götürülür. Onu öldüreceklerini düşünüyordu, fakat ona “Hayır,
Hıristiyanlar sadece savaşın sıcaklığında öldürür” dediler.
Dışarıda binlerce İnka ölmüştür. Ordunun geri kalanı tepelere
çekilir. Sayıdaki devasa dengesizliğe rağmen İspanyol atları, kılıçları ve
stratejisi sonuç getirmiştir. Fakat İspanyollarda, sahip olduklarından haberdar
bile olmadıkları bir başka silah daha vardı onların önünden görünmez bir
biçimde giden bir kitle imha silahı. Mikropları! Günümüzde bulaşıcı hastalıklara karşı savaş
Güney İngiltere’deki Porton Down gibi merkezlerde yürütülüyor. Burada,
dünyadaki ölümcül virüslere karşı aşı üretiyorlar. On altıncı yüzyılda aşı yoktu ve bulaşıcı
hastalıkların sınır tanımayan yayılmasına karşı bir önlem yoktu. Pizarro
Cajamarca’ya gelmeden on iki yıl önce, bir İspanyol gemisi Meksika’ya yelken
açtı.
Güvertedeki kölelerden biri hummanın ilk belirtilerini
yaşıyordu. Bu, Amerika anakarasına, ölümcül bir hastalık getiren ilk insandı.
Hastalık çiçek hastalığıydı. Haftalar içinde çiçek hastalığı virüsü, tek bir
kaynaktan yayılarak binlerce Amerikan yerlisine bulaştı. Çiçek hastalığı virüsü, havadaki parçacıkları
soluduğunuzda vücudunuza girip boğazınızın arkasına ve akciğerlerinize
yerleşir. Hastalanmadan önce iki ya da üç gün geçer, daha sonra klasik atak
görülür ve en şiddetli biçimlerinde bu hastalık, ilk önce sivilceler ve daha
sonra oldukça büyük kabarcıklarla eller ve yüzden başlar.
Tüm deri çiçek hastalığı kabarcıkları ile doluncaya kadar,
vücudun geri kalanını
kaplayacak şekilde yayılır. Bu zamandan sonra hastalığının
başkalarına bulaşma olasılığı
oldukça yüksektir. Çünkü bu kabarcıkların her biri çiçek
hastalığı parçacıklarıyla doludur, eğer
bir kabarcığı patlatırsanız, içindeki sıvı dışarı çıkacaktır
ve büyük miktarda virüs dokunduğu her
şeye bulaşacaktır.
On, on iki gün sonra hastanın arkadaşları hastalanır, ondan
on-on iki gün sonra onların arkadaşları. Bu tarz bir oran, hastalığın
eksponansiyel olarak yayıldığı anlamına gelir.
Artış hızı büyür, büyür, büyür ve hastalık en sonunda nüfusta çok büyük
bir yıkıma sebep olacak kadar fazla insana bulaşır.
Yeni Dünya’daki ilk çiçek hastalığı salgını Orta Amerika’yı
süpürerek İnka İmparatorluğu’na kadar ulaştı. Virüs, geçtiği her yerde yerli
nüfusun büyük bölümünü yok ederek, onları İspanyol işgali için daha kolay bir
av haline getirdi.
Peki mikroplar neden bu kadar tek taraflıydı? Neden
İspanyollar hastalıklarını İnkalara bulaştırdılar da bunun tersi olmadı? Bu,
Pizarro’nun gizli silahı; domuzlar ve inekler, koyunlar ve keçiler, evcil
hayvanlar. Pizarro’nun domuz çobanı olduğunu hatırlayın. Kulübelerde hayvanlar
ile yakın temas içinde, mikroplarını soluyarak, sütlerindeki mikropları içerek
büyümüştü ve insanlar için ölümcül olan hastalıklar ev hayvanlarındaki
mikroplardan evrimleşmişti, mesela bizim gribimiz domuzlarda bulunan ve
tavuklar ve ördekler aracılığı ile yayılan bir hastalıktan evrimleşti.
Kızamığı ineklerden aldık, çiçek hastalığını evcil
hayvanlardan edindik, yani insan ırkının bu
korkunç katilleri, sevgili ev hayvanlarımızla on bin yıllık
temasın bir mirası. Orta Çağ boyunca
bulaşıcı hastalıklar Avrupa’da yayıldı ve milyonlarca can
aldı. Fakat çelişkili bir biçimde, tekrar
eden salgınlar Avrupalıları daha dirençli yaptı.
Her bir salgında virüsle savaşmak için genetik açıdan daha
üstün insanlar vardı. Bu insanların hayatta kalması ve çocuk sahibi olması daha
olasıydı. Süreç içinde genetik dirençlerini aktardılar. Yüzyıllar içinde,
insanlar çiçek hastalığı gibi hastalıklara karşı bir derece koruma kazandı
İnkaların asla sahip olmadığı bir koruma.
Çiçek hastalığı Yeni Dünya’ya götürüldüğünde, Yeni
Dünya’daki hiç kimse daha önce böyle bir
hastalık görmemişti, bu yüzden bu hastalıktan
etkilenebileceklerin sayısı çok daha fazlaydı.
Doğal bağışıklıkları yoktu ve bu yüzden hastalıkla hem temas edecek hem
de onu yayacak ve yayılan bu hastalığın bulaşacağı insan sayısı çok daha fazla
yükselecekti. Daha çok insan ölecek, daha çok insan hastalığa
yakalanabilecekti. Nüfusta hızla yayılacak ve ölüm oranı inanılmaz boyutlara
varacaktı.
Neden Amerika yerlileri çiçek hastalığıyla daha önce
karşılaşmamıştı ve neden İspanyollara bulaştırabilecekleri kendi ölümcül
hastalıkları yoktu?
Çünkü çiftlik hayvanlarıyla temas konusunda ortak bir
geçmişe sahip değillerdi. İnkaların
laması vardı fakat lamalar Avrupalıların inekleri ve
koyunları gibi değildi. Lamalar sağılmıyor,
büyük sürüler şeklinde tutulmuyor ve insanlara yakın kulübe
ya da ahırlarda yaşamıyorlardı.
Lamalarla insanlar arasında önemli bir mikrop alışverişi
yoktu.
Lamanın dışındaki büyük çiftlik hayvanlarının tümünün
anavatanı Avrasya ve Kuzey Afrika’ydı.
Hiçbiri, Kuzey Amerika’da, Sahra Altı Afrika’da ya da
Avustralya’da evcilleştirilmemişti.
Sonuç olarak en kötü bulaşıcı hastalıkların da anavatanı Avrasya ve
Kuzey Afrika’ydı ve ölümcül etkileri olacak şekilde dünyaya yayılmışlardı.
İspanyol fethi sırasında ölen yerli insanların sayısı
hakkında uzun bir tartışma olmuştur. Bazı bilim insanları, yirmi milyon yerli
Amerikalının ölmüş olabileceğini ve bunların büyük çoğunluğunun, belki yüzde
doksan beşinin, Eski Dünya’nın hastalıkları tarafından öldürüldüğünü
düşünmektedir. Neredeyse insanları tamamen boşaltılmış bir kıta. Atahualpayla işleri bitip onu öldürdükten
sonra, İspanyol fatihleri Peru’nun geri kalanını kolonileştirmeye devam
ettiler. Tüfeklerinin, mikroplarının ve çeliklerinin gücüne güvenerek.
İspanyol kolonilerindeki altın Güney İspanya’daki Sevil’e
getiriliyordu. Bugün Guadocreata’da
Nehri’nde çok az faaliyet var, fakat on altıncı yüzyılda
burası dünyanın en önemli, en kalabalık
limanları arasındaydı.
Amerika’dan altın taşıyan gemilerin sürekli akışı
İspanya’nın dünyanın en zengin milletlerinden
biri olmasına yardım etti. İspanyol fatihleri, Eski Dünya
ile Yeni Dünya arasındaki ilişkiyi sonsuza kadar değiştirmişti.
Fethin ve Avrupa’nın yayılımının, Avrupalıların cesur, gözü
pek, yaratıcı ya da zeki olmasından
kaynaklandığını anlatan bir mitoloji var, fakat cevabın
Avrupalıların kişisel özellikleriyle hiçbir
ilgisinin olmadığı ortaya çıktı.
Evet, Pizarro ve adamları cesurdu, fakat birçok cesur İnka
da vardı. Avrupalılar tesadüfi olarak
galip gelen oldular. Coğrafi konumları ve tarihleri
sayesinde tüfekleri, mikropları ve çeliği edinen ilk insanlar oldular.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda, Avrupalı kuvvetler
Amerika’nın içlerine ilerlemiş, Afrika, Avustralya ve Asya’nın büyük bölümünü
kolonileştirmişlerdi. Cajamarca’da başlayan süreç mantıksal sonuçlarına
ulaşmıştı.
Avrupalı tüfek, mikrop ve çelik dünyayı yeniden
şekillendiriyordu.
TROPİKAL BÖLGELERDE
Afrika, insanlığın doğum yeri, atalarımızın ilk adımlarını
attığı yer olarak adlandırılır.
Ancak büyük bir tropikal medeniyete de ev sahipliği yaptığı
daha yeni ortaya çıktı. Bu kıtayı bir
zamanlar şehirler ve krallıklar kaplıyordu. Ama sonra arkalarında iz bırakmadan
kayboldular. Bu büyük başarıya ne oldu?
A sınıfı, 19D Güney Afrika Demiryolları buharlı lokomotifi.
İskoçya’nın Glasgow kentinde 1932’de üretildi. Teknoloji ve insanın başarısının
bir mirası.
Bir kıta boyunca uzanan bir yol açmak için inşa edilmiş bir
araç. Avrupalı tüfeğin, mikrobun ve
çeliğinin zaferinin kalıcı sembolü.
Avrupalılar dünyaya yayıldıkça, diğer insanlara hükmettiler,
demiryolları inşa ettiler, Avrupa modelinde zengin toplumlar geliştirdiler,
bunu Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya’da başarıyla yaptılar.
Daha sonra Afrika’ya ulaştılar ve bu aynı şeyin tekrardan
başlaması gibi göründü. Fakat Afrika
farklı olacaktı. Orası, yabancı istilacılardan saklanmış
tehlike ve sırların mekanıydı. İlk
Avrupalı yerleşimciler Güney Afrika’ya 1600’lerin ortalarında geldiler. Kıtanın
güney ucundaki Ümit Burnu’nda karaya çıktılar. Çiftlikler kurarak, buğday ve
arpa ekerek, sığır ve koyun güderek çabucak bu yeni kıtaya yerleştiler.
Fakat Güney Afrika Avrupa’dan 5 bin mil uzakta.
Yerleşimciler için Avrupa ekinlerini ve hayvanlarını dünyanın bunca uzak bir
yerine ihraç etmek nasıl mümkün olmuştu?
Bu yetenek kadar iyi şansa da dayanıyordu. Coğrafi konum yerleşimcilere
son derece iyi bir el dağıtmıştı. Güney yarımkürede, Avrupa’ya benzeyen az
sayıdaki bölgelerden birine rastlamışlardı.
Çünkü Ümit Burnu ve Avrupa aynı enlemde veya ekvatordan aynı
uzaklıkta yer alır ve birbirinden oldukça ayrı olan bu bölgelerin sıcaklık ve
ikliminin neredeyse tamamen aynı olduğu anlamına gelir.
Avrupalıların gelişiyle beraber, yerel insanlar kendi
kıtalarından sürüldüler. Fakat fethin görülmez ve hatta daha yıkıcı bir yüzüyle
de karşılaştılar. İnsanlık tarihinin en büyüklerinden biri olan bir güçle,
mikroplarla.
Evcil hayvanlar Avrupalılara tamamen habersiz oldukları bir
avantaj getirmişti. Çiftlik hayvanlarının yakınında yaşayarak, bu hayvanlardan,
daha sonra insan hastalıklarına sebep olacak şekilde evrim geçiren mikropları
ve virüsleri aldılar. Yüzyıllar boyunca
buna maruz kalan Avrupalılar bu hastalıklara karşı bir derece direnç kazandı.
Fakat Avrupalılar dünyaya yayıldıkça aynı dirence sahip
olmayan ve yıkıcı hastalık salgınlarına,
özellikle de çiçek hastalığına yenik düşen insanlarla
karşılaştılar.
Amerika’da, milyonlarca yerli insan bu hastalıktan öldü.
Hastalık, Ümit Burnu’nda Koisan
halkına da aynı hasarı verdi. Çiftçilikleri ve
mikroplarıyla, Avrupalılar Afrika’nın güney ucunda
kendilerine sağlam bir yer edindiler.
Artık genişlemeye yönelmişlerdi. 1830’larda öncülük ruhunda,
Avrupalıların, Kuzey Amerika’dan Avustralya’ya uzanan yayılışında görülene
benzer şekilde bir patlama yaşandı.
Bu sefer söz konusu olan Hollandalı yerleşimcilerdi, ve bu
öncüler, Kuzey Amerika ve Avustralya boyunca ilerleyen öncüler gibi iç
kısımlara girdiler.
1830’lar boyunca, binlerce Hollandalı çiftçi, aileleri ve
sahip oldukları ile beraber at arabalarına
binerek yerleşmek için yeni topraklar bulmak üzere Ümit
Burnu’ndan ayrıldı.
Bu Hollandalı yerleşimciler kendilerine Voerttekker dediler.
Bu öncüler Avrupalı fethin bir başka
aracını, tüfeği kullandılar.
Her Voerttekker’ın arabasında bulunduracağı, tipik bir silah
olan, ağızdan doldurulan bir tüfek.Tüfekler ve yapıldıkları çelik Avrupalıların
kendileriyle beraber dünyaya taşıdıkları büyük avantajların son ikisiydi.
Tüfekler, Avrupa’nın dışında başlayan fakat Avrupalıların
mükemmelleştirdiği binlerce yıllık karmaşık teknolojik gelişmelerin bir
sonucudur. Ve bu tamamen, tarımın onlara binlerce yıl önce verdiği avantajdan
kaynaklanıyor.
Cep telefonu olmadan dışarı çıkamazsınız; o günlerde
çakmaktaşlı silahınız olmadan
çıkamazdınız. Bu şekilde silahlanan Avrupalı yerleşimciler
Afrika içlerine doğru ilerlerken her
türlü engelin üstesinden gelecekleri konusunda kendilerine
güveniyor olmalıydılar. 17 Şubat 18 38’e
gelindiğinde, yerleşimciler Ümit Burnu’ndan 800 mil içeriye ulaştılar.
Fakat yabancı ve keşfedilmemiş bir bölgeye giriyorlardı. Birdenbire, karanlığın
içinden Afrikalı yerlilerden oluşan bir ordu çıkıverdi.
Kurbanlarının tamamen bozguna uğramadan, tek bir el bile ateş
edecek zamanları olmadı. Birkaç saat
içinde, üç yüze yakın yerleşimci ölmüştü. Düşman acımasızca saldırdı.
Erkekleri, kadınları ve çocukları öldürdü. Böylesine acımasız ve hesaplanmış
bir saldırıyı gerçekleştirebilen ve Avrupalıları yollarından alan kim
olabilirdi?
Aslında Voertrekker’lar kudretli bir Afrika krallığının
sınırları içinden geçmişlerdi. Burada Ümit
Burnu’ndaki Koisan’lardan çok farklı insanlar yaşıyordu.
Zulularla karşılaşmışlardı. Zulular, o
zamana kadar karşılaştıkları herkesten çok farklı olan bir insan grubu idi. Bu,
organize olmuş bir insan topluluğuydu. Zulular, bir benzeri olmayan ve oldukça
gelişmiş bir Afrika devletinin kurucularıydı.
Askeri yetenekleri, yerli komşuları Afrikalıları yenmelerini
sağlamıştı. Yaklaşık 80 bin
metrekare toprağı ellerinde tutuyorlardı, oldukça karmaşık
bir ekonomi ve toplum kurmuşlardı.
Zuluların topraklarını şiddetli biçimde savunmaları
Voertrekker’ların beklediği bir şey değildi.
Onların baş edebileceğinden çok daha fazla sayıdaydılar.
Zululardan gelecek bir saldırıya hazır
değillerdi. Hiçbir problemle karşılaşmadan 10-15 bin askeri
seferber edebilecek bir kralla karşı
karşıyaydılar.
Her görevi üstlenebilirlerdi, tamamen korkusuzdular.
Yerleşimciler sersemlemiş ve mahvolmuşlardı. Voertrekker’lar ve tüfek, mikrop
ve çeliğin gücü Afrika’da dengini mi bulmuştu?
Voertrekker’lar Zuluların kim olduğuyla ya da böylesine
karmaşık bir devleti nasıl kurduklarıyla
çok az ilgilendi. İstedikleri kavgaydı. Dağınık haldeki
kuvvetleri at arabalarından oluşan büyük
bir çemberin arkasında topladı, ve kendilerini savaşa
hazırladılar.
16 Aralık’ta, şafak vakti 10 bin Zulu sayıları kendilerinden
çok daha az olan yerleşimcileri yok
etmek için ansızın saldırdı. Fakat bu sefer Avrupalılar
teknolojilerini mümkün olan en yüksek verimde kullanabildiler.
Ağızdan doldurmalı tüfeklerinin ateş hızını arttırmak için,
bazıları tüfekleri doldururken diğerleri
ateş ediyordu. Ateş ediyorlar, silahı geri veriyorlar ve
başka bir silah daha alıyorlardı.
Böylece her beş ya da altı saniyede bir atış yapabiliyordunuz.
Anlayacağınız üzere, bu çok önemli bir şeydi. Bu sefer tek bir Zulu bile kamp
alanına 10 adım yaklaşamamıştı.
Tam bir katliamdı. Voertrekker’lar muhtemelen 3000-3500
Zuluyu öldürdü. Kendilerinde ise
sadece 3 yaralı vardı. Bu çatışma, Kan Nehri Savaşı olarak
bilinmeye başladı. Zulular bozguna
uğramıştı. Tüfek, mikrop ve çelik üstün gelmişti.
Muzaffer Avrupalı yerleşimciler Zulu topraklarının ötesine
doğru devam ettiler bu arada teknolojilerindeki yeni gelişmeler fethin
kapsamını genişletmelerine izin veriyordu.
Demiryolları önemliydi. Demiryollarıyla beraber, birçok
insan ve bu insanların ihtiyaçları geniş
bölgelerde taşınabiliyordu. Avrupalılar Afrika’da tren
yolları inşa ettiler iç bölgelere doğru ilerlediler, kendilerini ve gereksinimlerini
taşıdılar.
Endüstri devrimi çağıydı Afrika’nın kolonileştirilmesi için
kullanılacak bir silah daha sunan bir
çağ. Kan Nehri’nde görülen yıkıcı ateş gücünü tek bir adamın
eline veren bir silah gelişti.
Mitralyöz! Makineli Tüfek
Eski, tek atışlık silahlarla karşılaştırıldığında bu silahı
bu kadar mükemmel yapan şey, bu
silahın dakikada 500 kere durmaksızın ateş edebilmesi. Tek
atışlık silahlara sahip yaklaşık 100
adamınkine eşit bir ateş gücü var.
Avrupalılar, Afrika’da ilerledikçe istilaya Zulular kadar
düşmanca karşılık veren bazı kabilelerle
karşılaştılar. Fakat Matabele gibi halkların dünyanın ilk
tam-otomatik silahına verecekleri bir cevap yoktu.
1893’ün Ekim’indeki Matebele çatışması saatlerle
ölçülebilecek kadar kısa sürdü.
Yerleşimciler, Matabele savaşçılarını geriye sadece birkaçı
kalıncaya kadar öldürdü.
Antik teknolojinin, Avrupa’daki buluşlar düşünüldüğünde en
son ve en ileri teknoloji ile
karşılaşmasının gerçek bir örneğiydi. Bu yeni bir çağın
doğuşu gibi görünüyor. Afrika içlerine
kadar uzanan yollar açan Avrupalılar.
Kabileleri arka arkaya yenmeleri gönüllerinin istediği yere
yerleşmeleri. Tüfeğin, mikrobun ve
çeliğin galip gelmesi. Fakat artık bu yerleşimciler tamamen
yeni bir düşmanla yüzleşeceklerdi.
Bir zamanlar en büyük müttefikleri olan bir düşmanla.
Coğrafyayla.
Yerleşimciler, kuzeye doğru ilerleyip toprakları tarla
yapmak için temizlediler, Afrika’da refah
içinde bir hayat kurabileceklerinden emindiler. Birdenbire
işler ters gitmeye başladı. Toprağı sürmek imkansız hale gelmişti. Ekinleri büyümeyi reddediyordu. Ayakkabıları
çamurda parçalanıyordu. Ve bu daha sadece başlangıçtı.
Avrupalıların karşılaştığı ikinci büyük problem hayvanların
ölmesiydi. Atları ve öküzleri dünyanın diğer bölgelerindeki Avrupalı
avantajının önemli bir parçasıydı.
Öküzler çekiş hayvanı, atlar askeri hayvanlar olarak
kullanılıyordu. Fakat burada Avrupalıların
hayvanları ölüyordu. Bu evcil hayvanlar ve ekinler Avrupa
medeniyetini binlerce yıl ayakta tutmuştu.
Tüfek, mikrop ve çelik olmasa fetih ve kolonileşme tarihi
olmazdı. Ve şimdi, çevrelerinde Afrika
yerlilerini sağlıklı bir şekilde çiftçilik yaparken ve sığır
güderken gören yerleşimcilerin kendileri,
korkunç ateşler içinde hasta düşüyorlardı.
Bu nasıl mümkün olmuştu? Bu garip ve yeni toprağın sırları
nelerdi? Tüfek, mikrop ve çeliğin arkasındaki fikirlerin tümü coğrafyadan
çıktı. Ve coğrafya Avrupalıların neden başarısızlığa uğradığını açıklıyor.
Avrupalı ekinler Ümit Burnu bölgesinde iyi geliştiler. Çünkü
benzer bir enlemde bulunan Ümit
Burnu Avrupa’nın bir aynası gibiydi. Fakat yerleşimciler
Afrika’nın içlerine doğru ilerledikçe kuzeye hareket ediyor, yavaş yavaş
Ekvatora yaklaşıyordu.
Yaklaşık 23 derece güney enleminde, Limpopo Nehri’nin
yakınlarında, Oğlak Dönencesi olarak
bilinen önemli bir coğrafi sınırı geçtiler. Tanıdık Avrupa
iklimini arkalarında bırakıyor ve tamamen yeni bir dünyaya giriyorlardı.
Tropikal bölgeye girmişlerdi. Avrupa’yla ya da ılıman
bölgelerle karşılaştırıldığında, Tropik bölge tamamen farklı kurallarla
işliyordu. Avrupa, Kuzey Amerika ve Ümit Burnu’nun dört mevsimi yerine burada
sadece iki mevsim vardı. Kurak mevsim ve yağışlı mevsim. Buğday ve arpa, Avrupa uygarlığını asırlardır
ayakta tutan ekinler, bu tropik iklimde hayatta kalacak şekilde
evrimleşmemişti. Fakat Afrika yerlileri, Zulular, Matabeleler yerleşimcilerin
karşılaştığı tüm kabileler tarıma Avrupalılar kadar bağımlıydı. Avrupalılar başarısızlığa uğruyorken onlar
nasıl başarılı oluyorlardı? Bugün bile Afrika kıtası, binlerce farklı kabileden
oluşur. Her birinin gelenekleri ve dilleri diğerinden çok ince çizgilerle
ayrılmıştı. Bu kadar büyük bir çeşitlilik, çoğu Afrikalının birden çok dil
öğrenmesi gerektiği anlamına gelir ve bu yetenekleri çok küçük yaşta
edinirler. Güneş kelimesiyle ilgili
bulduklarım şunlar: Neanca dilinde güneşin karşılığı azuba, Bemba dilinde haka
zuba, Çiva dilinde ise dzuba ve Senga dillerinde tekrar zuba. Ya da su için kullanılan kelime. Neanca
dilinde manzi, Bemba dilinde amençi ve Çivada manzi.
Gene birbirlerine çok benziyorlar. Bu linguistik benzerlikler
bize ne anlatıyor?
Tropik Afrika’daki çoğu modern dilin ortak bir kökenden
geldiğini. Bugün konuşulan dillerinin
çoğunun atası olan ve tek bir insan grubu tarafından
konuşulan, atadan kalma tek bir dil.
Dilbilimsel analiz, batı Tropik Batı Afrika’da ortaya çıkan
ve Bantu olarak bilinen bir dil ailesini
ayırdı. Yaklaşık 5000 yıl önce Bantu dilini konuşan ilk
insanlar, ekinleri, hayvanları ve dilleriyle
beraber yeni topraklara yayılmaya başladı ve yüzyıllar
içinde, Bantu kültürü, Afrika’nın tropikal
bölgesine yayılan yüzlerce kabileye bölünerek evrimleşti.
Fakat bu pan-Afrikalı uygarlığın varlığı uzun yıllar boyunca
gözardı edilmiştir. Limpopo nehri
kıyısındaki arkeolojik bir alanın Kraliçe Cape ya da erken
dönem beyaz bir uygarlığın merkezi
olduğu söyleniyordu. Mapungudwe bir merkezdi, devasa bir
devletin başkentiydi ve bu tepenin
etrafında 5000 kadar insan yaşıyordu. Fakat vadide yaşayan
ve şehri beslemek için gerekli tarım mahsullerini üreten birkaç bin insan daha
vardı.
Sığırlara, koyunlara sahiptiler, süpürgedarısı ve akdarı
yetiştiriyorlardı, demir işliyorlardı. Bu, Güney Afrika’da görülen devasa,
şaşırtıcı bir gelişmeydi ve bu, yalıtılmış bir devlet değildi. Güney Afrika’ya ve ötesine yayılan çok daha
büyük bir ekonomik ağın parçasını oluşturuyordu.
Kuzey Botswana’ya kadar giden ve oradan aldığı malları Hint
Okyanusu’na kadar taşıyan
böylesine karmaşık bir ticaret ağı kurmak Afrikalıların
inanılmaz bir başarısı. Yani Afrikalılar,
Avrupalı yerleşimcileri bozguna uğratan tarım sorunlarını
aşmışlardı.
Hindistan kadar uzak bir yerle ticaret yapabilen karmaşık
toplumların temeli haline gelen ve
kıta boyunca yayılan benzersiz bir tropik tarım sistemi
geliştirdiler. Fakat filizlenmekte olan bu
tropik uygarlığın kalbinde çok daha sıra dışı bir hikaye yatıyordu.
Tropik bölgeye girer girmez, Avrupalılar ve hayvanları
korkunç hastalıklara yenik düştüler.
Ateş, nüfuslarını harap etti. Fakat tropik bölgedeki
Afrikalılar
aynı belirtilerin çok daha azını gösterdiler. Çoğu, Avrupa
silahlarının en ölümcül olanının, çiçek
hastalığının karşısında bile hayatta kalmayı başardı. Kuzey
ve Güney Amerika’nın yerli halkını
ve Ümit Burnu’ndaki Koisanları mahveden hastalık. Bu nasıl
mümkün olmuştu?
Diamond hepsinin coğrafyayla ilgili olduğunu düşünüyor.
Avrupalı yerleşimcileri ve hayvanlarını
öldüren hastalıkların çoğu tropik dünyaya özgüydü.
Avrupalılar daha önce bu hastalıklarla
karşılaşmamışlardı. Bu, fethin olağan gidişatının tersine
dönmesiydi. Yeni Dünya’da mikroplar,
yerli insanları öldüren Avrupalıların tarafında olan bir
silahtı. Burada ise Avrupalıları öldüren, Avrupalıların geçmişlerinde maruz
kalmadığı yerli mikroplardı, yani burada da silahlar, mikroplar ve çelik iş
başında fakat mikroplar Avrupalıları öldürerek ters yönde çalışıyordu. Yerleşimciler ve beraberlerinde getirdikleri
çiftlik hayvanları, tropikal enfeksiyon ve hastalık ordusuna yenik düşmüştü.
Fakat Afrika’daki sığırlar, binyıllar içinde bu tropik mikropların çoğuna karşı
dirençli hale geldiler. Bu hayvanlar, tropik bölgedeki Afrikalılarda çiçek hastalığından
ölümün Koisanlarda olduğu kadar çok olmamasının nedenini açıklayabilir.
Çiçek hastalığı virüsü, sığırdan insana ilk defa yüzyıllar
önce geçti ve şu anda uzmanlar bu
virüsün ilk olarak tropik Afrika’da ortaya çıkmış
olabileceğini düşünüyor. Afrikalılar kuşkusuz
bu hastalığa aşinaydı. Hatta hayat boyu bağışıklık
sağlayacak aşı yöntemleri bile geliştirdiler.
Daha fazlası da vardı.
Afrika yerlileri, dünya üzerindeki en ölümcül hastalıklardan
birine, sıtmaya karşı antikorlar
geliştirdi. Avrupalı yerleşimcileri alt üst eden, sivrisinek
tarafından taşınan bu hastalıktı. Tropik
bölgedeki Afrikalılar, sıtmayla sadece antikorlardan fazlası
ile savaşıyorlardı. Tüm bir uygarlık,
öncelikle mikrop kapmayı engellemeye yardımcı olacak şekilde
evrimleşmişti. Yüksek ve kuru yerlere,
sivrisineklerin ürediği nemli ve rutubetli yerlerden uzağa yerleşmeye
meyilliydiler. Geniş alanlara yayılmış, nispeten küçük topluluklarda yaşayarak,
Afrikalılar sıtmanın bulaşma oranını sınırlayabiliyordu. Bu olağanüstü bir
başarıydı.
Fakat Avrupalılar Afrikalıların yaşam şeklini pek anlamadı.
Yerleşimlerini su için kullandıkları
nehirlerin ve göllerin yakınına, sivrisinekler tarafından
istila edilen yerlere kurdular. Binlerce
Avrupalı öldü. Tropikler Avrupalı tüfekleri, mikropları ve
çeliği mağlup etmiş, ve Afrikalılar galip
olmuş gibi görünüyordu.
Tropik dünyaya iyi uyum sağlamış, kompleks bir medeniyete
sahiptiler. Geniş bir kültürel dağılımla kıtaya yayılmış bir medeniyet. Bu
Avrupalı tüfeklerin, mikropların ve çeliğin sonu muydu?
Gelecek bu kudretli tropikal uygarlık için ne getirecekti?
Avrupalılar Afrika’ya yerleşemedi.
Afrika, Kuzey ya da Güney Amerika gibi olmayacaktı. Ama
Afrika, kolonici güçleri hala kendine
çeken bir şeye sahipti. Büyük miktardaki doğal kaynak
rezervi; bakır; elmas ve altın. Avrupa fethi, tüfek, mikrop ve çelik hikayesi
artık yeni bir döneme giriyordu.
Belçikalılar, bin sekiz yüzlerin sonlarında, şu anda Kongo
Demokratik Cumhuriyeti olarak
bilinen yerde milyonlarca Afrika yerlisini köylerinden
sürerek, kauçuk toplamak, bakır ve diğer
madenleri çıkarmak için çalıştırdılar.
Arkalarından evlerini yaktılar. Bin yıllık tropik
medeniyetlerini küle ve toza dönüştürdüler. Çok
azı Belçikalılarınki kadar merhametsizceydi, fakat kıtadaki
milyonlarca Afrikalı tropik şartlara
tamamen uyum sağlamış bir hayat tarzını bırakmaya ve
Avrupalılar için çalışmaya zorlandı.
Afrika’nın doğal zenginliklerini Avrupa’ya taşımak için
Avrupalılar tekrar teknolojilerine döndü.
Daha fazla demiryolu yaptılar. Yarım asırdan daha uzun bir
süre ve on binlerin emeğinden
sonra, parlayan çelikten raylar, Ümit Burnu’ndan tropik
bölgenin tam kalbine kadar ulaşıyordu.Avrupalıların Afrika’nın zenginliklerini
ele geçirmeleri için yapılmıştı. Afrika medeniyetinin harabeleri üzerine
kurulmuştu.
Bu raylar hala kullanılıyor. Başlangıçtaki görevlerini hala
yerine getiriyor. Trenler Afrika’nın
güney ucundan günümüz Kongo’suna ve Zambiya’sına yolculuk
ediyor, tonlarca bakırı ve diğer
madeni taşıyor. Fakat Afrika artık bir koloniler kıtası
değil. Milletleri özgür ve bağımsız.
“Tüfek, mikrop ve çelik teorimi günümüz Afrika’sındaki yeri
ne?” Afrika’nın ve tüm dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zambiya’da
ortalama yıllık gelir birkaç yüz dolar ve bir Zambiyalının ortalama hayat
süresi 35 yıl, yani ben şu ana kadar iki Zambiyalı ömrü yaşadım.
Buradayken aklımdan geçen “tarih, coğrafya, tüfek, mikrop ve
çelik, Zambiya’nın bugünkü kötü durumunu anlamamızı sağlayacak neler
söyleyebilir?” sorusu. Modern
Zambiya’da, tropik Afrika’da bir zamanlar gelişen büyük yerli medeniyetlerin
izlerini çok az görebiliyorum. Onun yerine gördüğüm, kolonileşme ile
şekillenmiş bir ülke. Avrupa modeline göre inşa edilmiş ve Avrupalılar
tarafından kurulan madenlerin ve demiryollarının hemen bitişiğinde gelişen
şehirler ve kasabalar görüyorum. Peki ya bu kıtayı ve bu insanları başlangıçta
şekillendiren büyük kuvvetler?
Avrupalılar tarafından fethinin arkasındaki güçler. Tüfek,
mikrop ve çelik, modern Afrika’nın neresinde? Sıtma, Zambiya’da endemik bir
hastalık. Bu bir numaralı kamu sağlığı problemi ve özellikle çocuklara
baktığınızda, bir sağlık kuruluşuna gittiğinizde, hastanenin ayakta tedavi
servisindeki çocukların %45’inde sıtma var.
Diamond’ın tarihin büyük güçlerinden biri olarak tanımladığı
mikrop, modern Zambiya’nın
hikayesini hala şekillendiriyor. Sadece yakın zamandaki AlDS
felaketi değil fakat aynı zamanda
Avrupalıları hezimete uğratan antik tropik hastalık sıtma.
Sıtma şu anda beş yaşın altındaki Afrikalı çocukların bir numaralı katili.
Tropik bölgedeki Afrikalılar bir zamanlar geniş alanlara
yayılmış yerlerde yaşıyorlardı, bu
sıtmanın yayılımını en aza indiriyordu. Fakat artık yüksek
nüfus yoğunluğuna sahip modern
şehirlerde ve kasabalarda yaşıyorlar, enfeksiyon oranı
önemli ölçüde arttı. Mikropların getirdiği
yük, ülkenin başına bela olan en büyük problemlerden biri.
Şüphe yok ki sıtma ülkeye çok büyük bir ekonomik yük
getiriyor çünkü, birçok çocukta sıtma
var, eğer sadece bir koğuştaki çocukları göz önüne alırsak,
onların anneleri bir yerlerde çalışıp
bir şeyler üretiyor olabilirlerdi, bu üretkenliğin doğrudan,
büyük ölçüde etkilendiğini bildiğimiz
yollardan biri.
Önemli iktisatçılar, son yarım asır boyunca, Afrika’daki
yıllık %1 büyümenin tamamıyla
sıtmaya bağlanabileceğini tahmin ediyor. Afrikalıların, bin
yıllar içinde sıtmadan korunmak için
geliştirdikleri bağışıklıklar ve antikorlar artık onlara
yeterli koruma sağlamıyor. Hastalığın
özellikleri mutasyona uğruyor, ve standart ilaçlar daha az
etkili hale geliyor. Sıtma vakalarının
yükseldiği mevsimlerde bir hastanede günde 7 çocuk ölebiliyor. Otuz yıl önce bir yolculuğa başladım.
Dünyamızdaki eşitsizliğin kaynağını öğrenmek için bir arayış. Hikayenin,
uygarlığın başlangıcına kadar gittiğini ve gezegenimizin coğrafyasında
yattığını keşfettim.
İnsanlar çiftçiliğe ilk başladıklarında, küçük bir alan en
iyi ekinlere ve hayvanlara sahip olacak
kadar şanslıydı ve bu bir grup insana eşi olmayan tarihsel
bir üstünlük verdi. Avrupalılar
silahları ve çeliği mükemmelleştirdiler, ölümcül hastalıkları ve mikropları
evrimleştirdiler. Daha sonra bunları kıtaları fethetmek ve sıra dışı bir servet
edinmek için kullandılar.
Coğrafyanın, tüfeklerin, mikropların ve çeliğin, dünyamızın
tarihini şekillendiren en güçlü etkenler olduğu sonucuna vardım.
Zambiya’da bu kuvvetler bugün dünyayı hala şekillendiriyor.
Tropik mikroplar bu ülkeyi ve insanlarını alt üst ediyor onları yoksulluğa
sürüklüyor. Bu Zambiya’nın her zaman tarihin ve coğrafyanın büyük kuvvetlerinin
kurbanı olacağı anlamına mı geliyor?
Ya da Afrika’nın şimdi olduğu gibi fakir bir geleceğe mahkum
olduğu anlamına mı? Kesinlikle
hayır. Ve mesajın umut dolu bir mesaj olduğunu
söyleyebilirim, “Afrika ve az gelişmiş bölgeleri
unutun” diyen, determinist, kaderci bir mesaj değil.
Dünyanın farklı bölgelerinin bu hale gelmesinin belirli
sebepleri olduğunu ve bu sebepleri anlayarak, bu bilgiyi tarihsel olarak
dezavantajlı olmuş bölgelere yardım etmek için kullanabileceğimizi söylüyor.
Malezya ve Singapur dünyanın en zengin ve en hareketli
ekonomileri arasında. Onlar da Afrika’yla aynı coğrafi problemlere ve sağlık
sorunlarına, aynı endemik sıtmaya sahip olan tropik ülkeler. Fakat her ikisi de
çevrelerini anlayarak kendilerini dönüştürdüler.
50 yıl önce bu ülkeler coğrafyanın ve mikropların
oluşturabileceği yükü fark ettiler. Ortaklaşa
bir çaba ile, sıtmayı topraklarından neredeyse tamamen
kazımayı başardılar. Ekonomileriyle
yaşam biçimlerini değiştirdiler. Malezya ve Singapur’un
hikayesi, coğrafyayı ve tarihi
anlamanın neler yapabileceğini gösteriyor. Açıklamalar size
güç verir, değiştirme gücünü. Bize,
geçmişte neyin neden olduğu anlatırlar, ve biz bunları
gelecekte farklı şeylerin olmasını
sağlamak için kullanabiliriz. Zambiya hükümeti buna
katılıyor. Ülkedeki sıtmayı sonlandırmak
için ulusal çapta bir proje başlattılar, tıpkı Malezya ve
Singapur’daki gibi. Yeni ilaçlar, hatta
muhtemel bir aşı onlara artan bir başarı şansı veriyor. Sıtmanın kontrol altına
alınması insanların refahında artış anlamına gelecek ve insanların refahındaki
artış yüksek verimlilik anlamına gelecek.
Tarihten bahsettiğimizde gelişimden bahsederiz, toplumlar
arasındaki rekabetten ve ulusların zenginliğinden bahsederiz, kulağa
entelektüel gelebilir fakat Afrika’da insan bununla yüzleşiyor.
Ve Diamond için, 30 yıllık soruşturma ve düşünmeden sonra
bile tüfek, mikrop ve çeliğin arkasındaki soru her zaman olduğu kadar önemli.
Neden dünyamız zenginle fakir arasında bölünmüş durumda ve
bunu nasıl değiştirebiliriz? “Hayatımın
geri kalanında ne konuda çalışırsam çalışayım, asla tüfek, mikrop ve çelik
sorusu kadar heyecan verici olamaz, çünkü bunlar insanlık tarihinin en büyük
soruları.” Kıtaların insanlık tarihinin yörüngelerini etkileyen çevre
özellikleri bakımından farklılık göstermelerinin nedenleri:
‐ Gerek savaşların kazanılmasını sağlayacak sayıda kalabalık
nüfusun oluşması gerekse teknolojik ve siyasal üstünlük sağlayan toplumlarda
yiyecek üretimiyle uğraşmayan uzmanların beslenebilmesi amacıyla yiyecek
üretiminin gerçekleştirilmesi çok önemlidir.
Ekonomik olarak karmaşık, toplumsal olarak katmanlı, siyasal olarak
merkezileşmiş toplumların, küçük olgunlaşmamış şefliklerin düzeyini aşan tüm
gelişmeleri gösterebilmeleri yiyecek üretimine bağlı olmuştur. Yiyecek üretimi
ise, yaban hayvan ve bitki türlerinin evcilleştirmeye uygunluğuyla yakın
ilişkilidir. Ancak, evcileştirilmeye aday yaban türlerin sayısı; kıtaların
yüzölçümüne ve soyları tükenen türlerin varlığına bağlıdır. Her kıtada
evcilleştirmeye uygun bitki ve hayvan varlığı ancak birkaç merkezle sınırlıdır.
kitapta her kıta için büyük yaban etobur ve otobur kara memeli hayvanlarının ve
bitki türlerinin sayıları verilmiştir. Dolayısıyla, kıtaların yiyecek üretme
kapasitesine bağlı olarak gelişim farklılıkları ortaya çıkmıştır.
‐ Toplumlar kendi icat ettikleri şeyden daha çoğunu,
teknolojik yenilikleri hatta siyasal kurumları başka toplumlardan alırlar.
Genelde uzun vadede, gelişmeler topluluklar arasında paylaşılır. Yani
üstünlükten yoksun toplumlar ya bu üstünlüğe sahip toplumlara bakarak o
üstünlüğü kendileri de edinirler ya da yerlerini üstün topluma bırakırlar. O
halde, kıta içinde yayılma ve göç toplumların gelişmesinde önemli rol
oynamaktadır. Yayılma ve göçü etkileyen koşullar ise; iklim, coğrafi enleme
bağlı olarak bitki ve hayvan hareketinin varlığı, çevresel ve coğrafi
engellerin varlığına örneğin, engebeli arazi, yüksel dağlar siyasal ve dilsel
birliği önlemektedir bağlı olarak oluşmaktadır.
‐ Kıtalararası yayılma kolaylık bakımından farklılıklar
göstermektedir. Bazı kıtalar daha yalıtılmış durumdadır. Hele yarıkürelerarası
yayılma, aşağı enlemlerde okyanuslar yukarı enlemlerde sadece avcılık ve
toplayıcılığa elverişli bir iklim ve coğrafyayla yalıtılmış olması nedeniyle
çok yavaş gerçekleşmiştir.
‐ Geniş yüzölçümü ve kalabalık nüfus demek; mucitlerin
birbiriyle yarışan toplumların, benimsenecek yeniliklerin sayısının daha fazla
olması demektir. Ayrıca yenilikleri benimsem ve koruma baskısı da artar çünkü
bunu yapamayan toplumlar genellikle yarıştıkları diğer toplumlar tarafından
elenirler. Kıtalar arasında yüzölçümü ve yarışan toplumlarının sayısı en yüksek
olan Avrasya, en düşük olan Avustralya idi, Amerika kıtası geniş yüzölçümüne
karşın coğrafya ve çevre koşulları yüzünden parçalanmış bir haldeydi.
Yukarıdaki dört neden, ölçülebilir büyük çevresel
değişikliklerle ilgilidir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken en önemli husus,
insanın yaratıcılığına göz ardı eden “coğrafi gerekircilik” tuzağına düşmemek
olacaktır. Bütün insan toplumlarında yaratıcı insanlar vardır. Ancak bazı yaşam
çevreleri başka yaşam çevrelerine göre bize daha fazla başlangıç malzemesi ve
icatları kullanmak için daha olumlu koşullar sunmaktadır. Önemsiz, geçici,
yerel nedenlerden dolayı küçük kültürel bir özellik oluşabilir, kökleşir,
toplumu önemli kültürel seçimlere önceden hazırlar. Bu durum tarihte öngörüde
bulunmayı olanaksızlaştıran süreçleri tanımlamakta yardımcı olmaktadır. MÖ
8.500 ve MS 1.450 yılları arasında yaşayan ve o zaman gelecekteki tarihsel
yörüngeleri tahmin etmeye çalışan bir tarihçi Avrupa’nın egemenliğini en az
olasılık olarak görürdü
İnsan toplumlarıyla ilgilenen bilimler özellikle tarih en
uzak ve en yakın nedenlerle ilgilenir.
Fiziki bilimlerde “en arkada yatan neden” “amaç” “işlev”
gibi kavramlar anlamsızdır ama genel
olarak insan etkinliğini anlama bunlar çok önemli
kavramlardır. Fizikçiler ve kimyacılar
mikroskobik düzeyde evrensel belirlenimci yasalar
formüllendirebilirler ancak biyologlar ve
tarihçiler yalnızca istatistiki eğilimleri ortaya
koyabilirler. Tekrarlanabilir, denetimli deneysel
müdahaleler yapmanın olanaksızlığı, değişkenlerin sayısının
fazlalığından doğan karmaşa, bu
yüzden her sistemin benzersizliği, sonuçta evrensel yasalar
oluşturmanın imkansızlığı,
sonradan çıkacak özellikleri ve ilerideki davranışları
tahmin etmenin güçlüğü gibi sıkıntılar tarih
bilimini, en çok büyük mekanlar ve uzun dönemler ölçeğinde
çalışmasını zorunlu kılmaktadır.
Tarih Öncesine Ait Son Sırlar
Jean Clottes
Express Dergisi Makalesi
Orta Fransa’da ve genelde halka kapalı olan bazı tarih
öncesi mağaralara, zaman zaman yabancı ve tuhaf ziyaretçiler uğramaktadır. Bu
mağaralarda, karanlık içinde, çok eskiye dayanan, yağa bulanmış liken fitilinin
yanmakta olduğu kalker lambalarını iç duvar boyunca dolaştıran gizemli
gölgeleri görmek mümkündür.
Bu titrek alev sayesinde, göz kamaştırıcı şekilleri ancak
fark edilebilen ve günümüzden 20.000-
30.000 yıl öncesindeki gibi mamutlar, yaban öküzleri,
“rhinocéros”’lar ve diğer mağara hayvanları, derin uykularından uyanıp
kayaların oyuklarından fırlarcasına, evrenin bilinmeyen özünü de beraberlerinde
götürerek koyu karanlıkta kayboluyor gibiler.
Merak etmeyin: bu izinsiz ziyaretçiler ne Şaman ne de Vandaldırlar,
onlar aslında tarih öncesi koşullarına yakın koşullardaki gücü ile bizi sarsan,
karmaşıklığı ile bize fazla gelen bir sanatın gizlerini anlamaya çalışan
arkeologlardır. “Avlanmanın büyüsü” nden, yapısalcılıktan geçerek şamanizme,
yüzyıllardır inandırılmaya çalışan sofistike teorilere rağmen, bu
primitif*lerin düşüncesi, belli belirsiz kayalık duvarlara kızıl aşı boyası
veya odun kömürü ile işlenmiş kazılmış ve bizleri neredeyse küçük düşürecek
şekilde direniyor.
Atalarımız, son yıllarda birbirinden önemli görsel
buluşların ışığında bildiklerimizi alt üst
etmekten gizli bir memnuniyet duymuşa benziyorlar.
Marsilya’da “Cosquer” mağarasındaki
fokların ve penguenlerin, çok yakın bir geçmişte 1991’de,
gün ışığına çıkarılmasının ardından
3 yıl sonra keşfedilen “Chauvet” mağarasının içindeki estomp
ile yapılmış yabani hayvan
resimleri, olağanüstü ve görülmemiş - duyulmamış
güzellikleriyle dünyada şok etkisi yapmıştı.
Bu resimler özellikle yakın geçmişte yapılan incelemeler
neticesinde de tespit edildiği gibi, akıl
almaz yaşı ile: en yüksek tahminlere göre MÖ. 32.000 yıl
önce, yani Lascaux’ dan 10.000 yıl önceye dayanmaktadır.
Ardeş bölgesi mağarasının incelenmesinden sorumlu ünlü tarih
öncesi uzmanı Jean Clottes’a göre: “bundan böyle sanatın kaba ve değersiz
ilklerle başlayıp çizgisel bir gelişme gösterdiği düşünülemez” .
Bu sefer farklı bir ülkede ki diğer bir büyük keşif ise bir
baraj inşa edilmesi söz konusu
oluncaya kadar kimsenin fark etmediği Portekiz’ de “Duoro”
nehrinin kollarından birinin
kıyısında, 17
km boyunca açık havada “Foz Côa”’ da çizilmiş
gravürlerdir. Tüm bunlar
Mağara Adamının birçok paradoks’tan sadece biri değil aslen
dışarıya ait bir hayvan
olduğunu kanıtlıyor. Ayrıca 22.000 yıl öncesine ait yüzlerce
gravürü ve içinde gömülü 5 insanı
ile 8 sene önce Dordogne’da ortaya çıkan Cussac mağarasından
da söz edilebilir.
Burada, homurtular ile kendilerini ifade eden, Cadalozlarını
saçlarından tutup yerlerde
süründüren silik Pierrefeu ailesinin klişe olmuş
davranışlarının son bulduğu kesin. 30.000 yıl
öncesinin mağara
adamı aslında, 2008 yılının şehirli
insanı ile aynı fiziki görünüme,
aynı tanıma becerisine, aynı teknik yeteneklere ve aynı
sanatsal yaratıcılığa sahipti. Cro-
Magnon aslında biziz ve bu hakikati her zaman hatırlamalıyız
diye vurguluyor Jean Clottes.
Defne yaprağı biçiminde şekillendirilmiş çakmaktaşlarına
fildişinden yapılmış yarı insan yarı
hayvan heykelciklere; ya da Marche mağarasında bulunan bir
çizgi filmden alınmış gibi olan
akıl almaz karikatürlere nasıl hayran kalınmasın? Tarih
öncesi araştırmacısı Emmanuel
Anati’nin güzelce söz ettiği gibi Homosapiens sapiens/O
günün insanı iki defa bilge bir
anda bu meraklı araştırmacı” oluveriyor. O, Silikon
Vadisinin bin mühendisinden daha yenilikçi;
hiç yoktan aletleri, ölülere saygıyı, sanatı, mücevherleri,
yay’ı ve pişmiş toprağı yaratmış. Aynı
Neandertal, Cro-Magnon’un hödük selefi, güncel bilim tarafından yapılan
değerlendirmeden yararlandı ve iki yüzlü - bifaces sofistiqués’lerden istifade
edip ölülerini özenle toprağa gömmeye devam etti. Tabii tüm bu küçük dünya yeri
geldiğinde biraz kana susamış gibi ...
İlk toplumlar için çok normal olan ve kendilerine geçici
olarak verilen bu uygulama hakkını ecdatlarımızın rencide edileceğinden çekinen
bazı eski çağ tarihçileri kabul etmekte çok zorlandılar.
Mağara adamları, insan mı? fazlasıyla insan mı? Bu sorular
Lascaux’nun 1940’lı yıllardaki keşfinden bugüne kadar durmadan zihnimizi
karıştırmaya devam ettiler. Tarih
öncesini incelemek; rüyaların, masalların, söylentilerin belirsizliklerini
yeniden canlandırmak, bilinmezlikler ile ilgili kendimizi aydınlatmaktır. Jean
Clottes’ a göre, bu durumda şaşırtıcı bir şey yok, zira bizler kısa bir süredir sanayiye ve kente değin bir
kültürde yaşıyoruz. Yüzlerce bin yıldır avcı - toplayıcı idik. Bakın günümüzde
hala insanlar, paraya bile mal olsa hala avlanma ihtiyacı duyuyorlar .
Picasso’dan, Miquel Barcelo’ ya kadar Sanatçıların mağara
duvarlarına yapılan resim
sanatından esinlenmeleri bir tesadüf değildir. Lascaux
tarafından büyülenmiş olan Georges
Bataille’ da bunu onaylıyordu: derin hassasiyetimize
dokunuyor , bizleri heyecanlandırmaya
devam ediyor. La
Roc aux Sorciers “Lascaux de la Sculpture ” sit alanı
bilimsel sorumlusu,
Genieve Pinçon Bu sanat hissiyatımıza hitap ediyor, zira
Evrendeki yerimiz konusunda bize
bir şeyler söylüyor. Bunu, farklı şeyler ifade eden
hayvanlar vasıtasıyla, mantığa aykırı bir şekilde yapıyor” diye yorumluyor. Ne
kadar tecrübeli olursa olsun, bu tarih öncesi araştırmacısı, Chauvet Mağarasını
süsleyen kurbanlarına doğru uzanan aslanlara karşı anlatılması güç büyük bir
korku duyduğunu da söylüyor. Bu çok etkileyici bir manzara, karanlıkta
karşılaşıldığında insana hemen dışarı çıkması, orada kalınmaması gerektiğini
düşündürüyor.
Atalarımız çok ciddi bir iklimsel ısınmaya maruz kalmışlar…
Tarih öncesi insanlar bizlere bilmediklerimizi mi yoksa daha
fazlasını söylüyorlar? Bunun cevabı
bilginlerin en temel soruları çözmek amaçlı yaptıkları
tartışmaları bile aşmaktadır. Her şeyin
ardından, zamanın başlangıcında ilk Avrupalılar’ın doğa ile iç içe dayanışma
içinde bir arada yaşayarak kökten komünizm gibi bir sistem tatbik ettiklerini
öğrenmek, önemsiz sayılmayacaktır, Ya da tam tersine doğuştan yağmacı insanoğlu
kundaktan başlayarak planeti yağmalamaya başlayan ve sosyal hiyerarşilerden
kurulmuş en kötü vahşete çok erkenden kurban edilmiştir.
Tarih öncesi araştırmacıları tarafından verilen yanıtlar
ideolojik eğilimleri doğrultusunda değişiktir ve bunu kabullenmek gerekir.
Günümüzde yaşanan olaylardan dolayı, bundan 11.000-12.000 yıl önce yaşanan,
deniz seviyelerinin yüz metreden fazla yükselmesine neden olan iklimsel
ısınmanın tatlı bir şakaya benzediği ve atalarımızı geçmişte yaşanan söz konusu
ısınma ile ilgili çevre konusunda sorgulamak isteyeceğimiz kesindir.
İklimsel ısınma…
Bundan 12.000 yıl önce buzulların erimesiyle birlikte,
denizlerin seviyesi birdenbire 100 mt’ nin
üzerinde yükselmişti. Eski taş çağı tamamlanıyor ve Lascaux’
nun parlak uygarlığı yok
oluyordu. Mevcut iklimsel ısınma ile, deniz seviyeleri
günümüzden 2100 yılına kadar 3 mt
yükselir mi? Bilim adamları tarafından günümüzde atılan
alarm çığlığı, tarih öncesi atalarımızı
güldürecek gibi zira, tüm gezegende o dönemlerde iki - üç
milyon ile sınırlı olan insanoğlu,
günümüzde sera etkisi yaratan gazların neden olduğu etki ile
hiçbir ortak boyutu olmayan, çok
ağır şiddette bir iklimsel değişime maruz kalmışlardı. Söz
konusu ekolojik sarsıntı; MÖ 10.000-
9.000 yıllarında bir anda gerçekleşmiş gibi görünse de,
aslında yavaş değişimlerle oluşmuştu.
Yerküre ekseninin yer değiştirmesi, büyük volkanik püskürmeler, güneş
lekelerinin tesiri gibi birçok hipotezler bu konuyu açıklığa kavuşturmak için
öne sürüldü. Her ne olursa olsun, neredeyse Avrupa’nın tüm kuzeyini kaplayan
buzullar eriyerek devasa hacimde sıvıyı serbest bırakmış oldular. Sular, belki
de birçok insan topluluğunu da içine alarak bazı kıyılarda 100 km’nin üzerinde
içeriye girerek çok geniş kara parçalarını kapladılar. Tepeler adalara, ovalar
bataklıklara ya da göllere dönüştü. Örneğin günümüzde Marsilya’ da denizin
altında 37 mt seviyesinde bulunan Cosquer mağarasının girişi ve geçitlerinin
girişi bu şekilde sular altında kalmıştır. Kuru ve güneşli soğuk, günümüzde
yaşanan ılıman iklime dönüşmüştür. Bölge hayvanları bozkırlara ve tundra’ ya
uyum sağlarken, ren geyikleri kuzeye yöneldi ancak mamutlar buzullaşmanın
sonunu göremediler. Cro-Magnon, bu şekilde çöken, büyük baş avcılığı üzerine
kurulu bir yaşam tarzıdır.
Cilalı taş devrimi, insanoğlu yerleşik hayata geçiyor.
Binlerce yıl insanoğulları göçebe- avcı olarak hayatlarını
sürdürürler ancak; “geçmiş yaşam
tarzlarına sadık kalan epipaleolitik ’ lerden bazı kalifiye
gruplar gün geçtikçe toplayıcı,
balıkçı yada midye toplayıcılara dönüşeceklerdir. Açık
alanda büyükbaş hayvanların avına
yönelik mızrak yerini; ormanlık alanda nişan atışı yapma
olanağı sağlayan ok/ yay’ a
bırakmıştır. Çakmaktaşından yapılan ok uçları ve araçlar son
noktasına kadar küçültülüyor ve
“microlithe”’leri oluşturuyorlar. Bu evrede Orta taş çağı
insanın inanışları da değişir. Eski
avcıların kavramsal, dinsel ve ideolojik dünyaları doğrudan
Lascaux yada Chauvet
mağaralarının duvarlarında yer alan hayvan öykülerine
bağlıydı. Tarih öncesi araştırmacısı Jean
Airvaux’nun da belirtmiş olduğu gibi “bölge hayvanlarının
seyrelmesi, ardından da yok olması
bu insanlarda; atalarımızın, hayvanların, düşüncelerin
karşılaşmaktan kaçındığı, derin bir
sarsıntı yaratmıştır. Ancak insanoğlu, uyum sağlama
konusunda çok rahattır; geçmiş
kültürlerde hazır bulunan kaynaklara başvurarak yeni durum
ile yüzleşmeyi başarabilmiştir.
Fransız topraklarında terk edilmiş kutsal mağaralar ve
görkemli resimler, kayaların
yüzeylerindeki mağara sanatı artık yerini soyutluğa götüren
daha şematik, daha sevimsiz bir
sanata bıraktı. Tarımın ortaya çıkışı; insanlığın
geçmişindeki bu köklü değişim, bazı
araştırmacılar tarafından, iklimlerdeki sarsıntının uzun
vadedeki neticesi olarak nitelendiriliyor.M.Ö. 12.000 yılından önce, insanlar
su kaynaklarının civarlarında, gözde yerleşim yerlerinde yerleşik hayata
geçmişlerdir. İnsanoğlu bu yeni yaşam tarzına uyum sağlarken sıkıntı çekmenin
yanında bitkileri ve hayvanları evcilleştirir.
M.Ö. 8000 yılından itibaren merkezlerde aynı anda doğan, bu
“Cilalıtaş Devrimi”, Orta
Doğu’dan itibaren öncüler halinde , en son toplayıcı-avcı
toplulukları yok sayarak yavaş yavaş
Avrupa’ya yayılacaktır. Ancak insanoğlu, tarihinin gelişim
şeklini değiştiren iklimsel sarsıntının
hatırasını unutmayacaktır. Zira, İncil’de yer alan veya İnka
efsanelerinde anlatılan Déluge’nin evrensel masalında ki, bazı tarih öncesi
araştırmacılar bu cataclysme tufan’ı ve de getirmiş olduğu köklü
değişikliklerin hatırasını net bir şekil de görüyor.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Yorumlarınız İçin Teşekkür Ederim